Konjonktürün Getirdikleri
Son bir ay içerisinde gerek komşu ülkeler ile aramızda olan ilişkilerin, gerek Türkiye ile Avrupa Birliği ( AB) arasındaki ilişkilerin ve gerekse Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında (ABD) meydana gelen hadiselerin, toplumun her kesimi tarafından ve dünya kamuoyu tarafından ciddi olarak yakın takibe alındığını görüyoruz.
Bu milletin bir ferdi olarak bizim de; dünya üzerinde meydana gelen bu vahim hadiselerin doğru bir şekilde kayıt altına alınması gerektiği realitesini dikkate alarak, bu dönemin, doğru yazılmasına, doğru aktarılmasına, doğru referanslarla konuyu gelecek kuşaklara taşınmasına kendi çapımızda bir nebze olsun katkıda bulunma mecburiyetimizin olduğunu düşünüyorum.
Bu misyon ve vizyonumuzun hem kendi konumumuzu güçlendireceğine ve hem de gelecek nesillerimizin ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak ipotek altına alınmasının önüne geçeceğine inanıyorum.
Türkiye ile Irak arasındaki gerilimin sebebi aslında EL- Kaideden sonra konjonktürün ürettiği terör örgütü DEAŞtan daha ziyade, DEAŞtan sonra Musulun etnik ve dini yapısına ve sosyal yapısına ve tabii ki; ekonomik yapısına kimin sahip olacağıdır. İranın tarihten gelen bölgeye hükmetme arzusu, Saddamdan sonra Irak yönetiminin mezhepsel olarak İran ile özdeş hale gelmesi, Rusyanın genlerine kadar işleyen sıcak denizlere yani Akdenize inme isteği ve o bölge ile okyanuslara hükmetme hevesi, bölgenin hakikaten bir kan gölüne dönmesine sebep oluşturmuştur.
Bölgemizdeki insan kaybına mı yanalım, bölgemizin dini ve etnik temizlik hareketlerine maruz kalmasına mı yanalım, bölgemizdeki coğrafyanın tarihi değerlerinin hunharca katledilip binlerce tarihi eser ve abidenin yok edilmesine mi yanalım veya bütün bu olup bitenlere karşı hiçbir şey yapmayalım diyerek siyaset yaptıklarını zanneden bire gafillerin sığ yaklaşımlarına mı yanalım.
Son günlerde bir de Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri var. Sanırım 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara antlaşması ile startı verilen bu inişli-çıkışlı serüven ve bu menzili olmayan maratonun bitiş çizgisi yok. Fasılları birer çıpa olarak düşünecek olursak, Gaf dağının arkasındaki Zümrütü-Ankayı elde edebilmek için zannedersem ütopik tepeleri aşmak mümkün olmayacak.
Doğrusunu söylemek gerekirse, 2011 yılında iktidara gelen Ak Partinin değişim ve gelişim sürecini doğru bir süreçte yapabilmesi için, siyasi reformları yapabilmesi için, serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirebilmesi için, bürokratik, siyasal, ekonomik, oligarşik, yargısal ve askeri vesayetleri ve hatta sivil ve dini görünümlü yerleşik vesayetleri aşabilmesi için Avrupa Birliğinin ekonomik, sosyal ve hukuki standartlarına ihtiyaç vardı.
Ama bugün itibari ile söylemek gerekirse, bu standartların artık bize yetmediğini ve bu standartların üzerine çıkmamız gerektiğini, bir başka deyişle bizim artık hedefimizin muasır medeniyetler seviyesine çıkmak değil; muasır medeniyetler üzerine çıkmak olduğunu ilke ve ülkü olarak beynimize yerleştirmemiz gerekir.
Ayrıca AB ülkeleri ve özellikle ABnin siyasi ayağı konumundaki Fransa, ABnin ekonomik ayağı konumundaki Almanya ve ABnin başkentinin bulunduğu Belçika ülkelerinin siyasi ve conjonktürel söylemleri ve tabii ki bu ülkelerin kuyruğu konumundaki Avusturyanın genel ve yerel yöneticilerinin absürd söylem ve eylemleri, bizim bu eksendeki konumumuzu sorgulamamızı gerektiriyor. Hele hele bu ülke yetkililerinin ülkemiz ve milletimizi aşağılayan, horlayan jakoben, insanlık dışı ve akıldan soksun demeçleri, bırakın eksen sorgulamamızı, niçin bu eksende var olduğumuzu sorgulamamıza sebep oluyor. Bütün bunların ötesinde akla ziyan, dinsel ve bölgesel kavramlarla meseleyi Ortaçağ karanlığı Avrupanın verileri ile değerlendirmeye kalkışmaları hakikaten meseleyi bir Medeniyetler Çatışmasına götürmektedir.
Türkiye -Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasındaki ilişkiler ise, belki de tarihin en travmatik dönemlerinden birini yaşıyor. Obama iktidara gelince, zannedersem Ak Parti yetkilileri ve bu partiye oy verenler, dünyadaki mazlum milletler, Müslümanlar yeni bir dünya düzeninin kurulacağı tezi, adil ve kalıcı barışın dünyaya egemen olacağı, Ortadoğuda özgür yönetimlerin iktidara gelmesinin yakın olduğu, İsrailin hukuk dışı, insanlık dışı eylemlerinin son bulacağı ve İsrailin orantısız güç kullanma seanslarının bitebileceği öngörüleri, dünya düşünce kuruluşları ve ortak dünya kamu vijdanı tarafından dile getirilmekteydi. Ancak Obama yönetimindeki ABD bütün bunların tersi bir profil çizerek bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır.
ABDdeki 8 Kasım seçimlerinden önce, ABDdeki ana akım medya kuruluşları, Yahudi lobileri, emperyalizmin uşağı konumundaki FETÖ, Avrupa Birliği yetkilileri ve hemen hemen bütün dünya anketörleri Hillary CLiNTONı ABDnin yeni başkanı olarak seçmişlerdi bile.
Agressifliği, ezber bozan kişilik yapısı, zenginliği, çapkınlığı, evlilikleri, göçmen karşıtlığı ve İslam düşmanlığına varan söylemleri ile öne çıkan Donald TRUMP yerindeyse tam anlamıyla bütün algıları, bütün senaryoları, bütün öngörüleri yerle bir etti ve ABDnin 45. yeni başkanı oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse içimde ölçülü bir karamsarlık olduğu kadar, denizden esen meltem misali hafifçe bir iyimserlik havası var içimde. ABDnin dış politikasının bir anda tam tersi bir istikamet alacağı ve onlar açısından bir eksen değişmesi gibi uç yaklaşımlar beklemiyorum ama, halen devam etmekte olan dış politik yaklaşımlarının da son bulacağı ümidindeyim.
Zira Ortadoğuyu dizayn etme girişimlerinin, PYD,YPG gibi terör örgütlerini desteklemenin, hatta onlarla ittifak etmelerinin, dünyadaki emperyal emeller peşinde koşma ve bu emellerin gerçekleştirme ve onları kalıcı hale getirme gayretlerinin ABDnin çıkarları ile örtüşmediğini ve bunun dünyadaki kalıcı barış arayışlarını da sekteye uğratacağını düşünüyorum.
Bu düşüncelerle hepinize selam ve saygılarımı sunarken, Görelim Mevlam neyler neylerse güzel eyler diyerek sizleri ALLAHa emanet ediyorum