Türk dış politikasının içinde bulunduğu durum, sadece son yılların değil, muhtemelen genel Cumhuriyet dönemi itibariyle de en zorlu, ağır ve sorunlu dönemlerinden birisini teşkil ediyor. Dağılan bir imparatorluğun ağır mirasını üstlenmiş bulunmanın ve yeni bir Cumhuriyet olmanın doğal sonuçlarının da etkisiyle neredeyse bir yüzyıla yakındır dış politikada sorunsuz ve sıkıntısız bir dönemimiz aslında hiç olmadı. İki dünya savaşının öncesi ve sonrası, soğuk savaşın tam anlamıyla soğuk ortamı, bunun sonrasındaki yeni, dengeli ve sağlıkla bir uluslararası düzenin henüz tam anlamıyla oluşmamışlığının da sonucu olarak görülen çatlak ve patlamalar, ikili, bölgesel sorunlar, gerginlikler vb. Türk dış politikasını doğrudan etkileyen siyasi ortam ve faktörlerin sadece bazıları.
İçinden geçmekte olduğumuz zor dönem de bunlardan biri. Hatta en ağırları arasında bile görülebilir. Yakın çevremizdeki gelişmelerin karmaşık, çoğu kez öngörülemeyen ve çok boyutlu mahiyeti, bunlara uygun ve gerekli cevabı verebilme yeteneğinin çoğu kez gösterilemeyişi ve bunlara bakışın, bırakalım stratejik yaklaşımları, neredeyse sadece günlük tepkilerle sınırlı olması vb. bütün bu tablonun ağırlığını artıyor, daha da vahim ve kritik hale getiriyor.
Bu değerlendirmelerimizi destekleyecek konu ve sorun başlıkları ise fazlasıyla mevcut. Sadece son bir haftalık zaman diliminde yaşananlar bile bunu anlayabilmek için yeterli.
*Doğu Akdeniz gelişmeleri bunların başında geliyor. Geçtiğimiz yaz ayları boyunca ülkemizin ve bütün bölgenin gündeminde ilk sırada yerbulan, hatta taraflararasında çatışma riski senaryolarının bile konuşulduğu bir boyuta taşınan D.Akdeniz krizinin adeta biranda gündemden kaybolması dikkat çekici değil mi. Beklenildiği üzere , NATO Genel Sekreteri’nin de devreye girmesiyle birlikte deniz sahasındaki gerginliklerin yerini diplomasi sürecinin neler getirebileceğine ilişkin tartışmalar aldı. Öte yandan, bugüne kadar 60 tur yapılan Türkiye-Yunanistan (istikşafi) görüşmelerinden kalıcı,uzun vadeli ve istikrarlı çözümler çıkabileceğine pek de inanmayanlardan olduğumuzu bu vesileyle söylemeliyiz.Üstelik görüşmeler başlarsa gündemin hangi maddelerden oluşacağı üzerinde uzlaşının bile zor olacağı anlaşılıyor. Türkiye için bütün ikili sorunlar görüşülmeli. Yunanistan’a göre de ele alınabilecek tek mesele deniz yetki alanları konusu. Daha ilk aşamada ciddi bir yöntem sorunu mevcut. Her halukarda bu tür krizlerin aşılabilmesi için diplomasi tek seçenek ve iki ülke başta olmakla bütün bölge ülkelerinin bu sorunların halının altına süprülmesiyle yaşayamayacağı, zira bunların heran patlama riski taşıdığı da son gelişmelerle birkez daha anlaşılmış oldu.
Bununla birlikte, bu krizin bıraktığı derin izlerden birisi de Avrupa Parlamentosu’nun geçtiğimiz haftalarda 601 oyla aldığı, Doğu Akdeniz gelişmeleri konusunda Türkiye’yi ağır şekilde suçlayan kararı oldu. Bu tür kararlar anlamsız değil ve bizce her zaman sağlıklı bir şekilde değerlendirilmeli, ona göre de stratejiler geliştirilmeli. Herşeyden önce AP bütün AB üyelerinden seçilen milletvekillerinden oluşuyor ve bu güçlü yapının AB adayı bir ülkeye nasıl baktığı hafife alınacak ve populist tepkilerle geçiştirilecek bir konu değil. Buradan da hareketle önümüzdeki dönem Türkiye-AB ilişkilerinin zor bir dönemden geçeceğini, bu ilişkilerin yakın/ orta dönemde toparlanabilme emarelerini ise pek göremediğimizi vurgulamalıyız.
Yine aynı şekilde 1/ 2 ekim 2020 günlerinde, esas gündem maddesini Türkiye’nin teşkil ettiği Avrupa Konseyi Liderler Özel Zirvesi kararlarının mahiyeti Türkiye- AB ilişkilerinin geleceğinin ne zorlu ve engebeli, hatta çıkmaz sokaklarla örülü olduğunu ortaya seren son örneklerden biri oldu. Bu tür kararları sadece üye Yunanistan‘a destek beyanı olarak görmek de artık mümkün değil. Taraflar, yani onyılların aday ülkesi Türkiye ile Brüksel arasında sistematik ve stratejik yarılmalar var ve bunların aşılması yukarıda da belirttiğimiz gibi kolay olmayacak.
Avrupa ile son dönemde en kritik düzeylere çıkan gergin ilişkilerin son örneğini ise Avrupa Komisyonu’nun 6 ekim günü açıkladığı 2020 yılı Genişleme Strateji Belgesi ve Türkiye Ülke Raporu teşkil etti. Dış politikadan iç politikaya, ekonomiden adalet sistemine her boyutta AB’nin Türkiye’ye eleştirel bakışını ortaya koyan bu tür raporlar Ankara-Brüksel ilişkilerinin AB penceresinden nasıl görüldüğünün anlaşılabilmesi için önemli referanslardan biri oluyor. Son raporda Türkiye’nin güya D.Akdeniz’de illegal faaliyetlerde bulunduğu ve bunların da gerginliği artırdığı, AB üyelerinin egemen haklarına saygı duyulması gerektiği vb. tarzında tek taraflı ve önyargılı iddiaların da yeraldığını hatırlatalım.
*Azerbaycan ile Ermenistan arasında 27 eylül sabahı yeniden başlayan çatışmalar savaş düzeyine erişti ve bölgede son 30 yıldır donmuş statü adeta çözülerek yepyeni bir dönem de başlamış oldu. Kamuoyu ve halkımız yoğun bir ilgiyle günbegün gelişmeleri izliyor. Bugüne kadarki sonuçları itibariyle çatışmaların Ermenistan’a maliyetinin çok ağır olduğu, bu kaybın milyarlarca dolar ve stratejik döviz rezervlerinin kaybıyla ölçülebileceği, savunma bütçesinin, askeri altyapısının sarsıldığı çeşitli kaynaklardan anlaşılıyor.
Yukarı Karabağ ve mücavir 7 bölgenin tarihi/siyasi durumuna ilişkin analizlerimizi esasen 12 temmuz tarihli bir yazımızla yine Enpolitik’de paylaşmıştık. O günden bugüne en önemli gelişmelerden biri sahada işgal altındaki sözkonusu 7 bölgeden Cebrail ile bazı yerleşimlerin işgalden kurtarılması oldu.
Moskova ilk günlerdeki sessizliğine karşın son dönemde, esasen hiç de şaşırmadığımız gibi, etkin aktör konumunu tekrar üstlenerek Moskova’da üç ülke dışişleri bakanları toplantısından geçici bir ateşkes kararının çıkarılmasına aracı oldu. Rusya için Kafkaslar, en başta da siyasi, askeri vb. her yönden koruyucusu olduğu Ermenistan hiçbir zaman vazgeçilebilir bir ülke olmayacaktır. Burada birkez daha Putin’in stratejik yaklaşımını hatırlamakta yarar var. Rusya’nın sınırlarının bittiği bir yer yoktur, bizim sınırlarımız yoktur.Gidebildiğimiz kadar gideriz. Dolayısıyla son dönemde konuyla ilgili olarak sürekli tekrarlanan Moskova’nın güya Paşinyan iktidarını cezalandırdığı değerlendirmesi çok oturaklı bir analiz değil. Moskova, şayet Erivan iktidarına bir ders verecekse bunu Azerbaycan’la savaşının teşvik etmek dışında birçok farklı yöntemle ve kolaylıkla yapabilir.
Türkiye bakımından durum son derece ilginç. Her ne kadar Azerbaycan’ın yanında her türlü imkanla saf tutması her yönden doğru, gerekli ve gerçekçi ise de, dış dünyadan bakıldığında bu tutumu nedeniyle adeta Azerbaycan’dan daha çok Türkiye’nin çeşitli çevrelerin hedefinde olduğunu izliyoruz. Erivan yönetimi bile neredeyse en başta Türkiye’yi hedef alıyor. Bu durumun çokça nedeni var. Birisi de ülkemizde uluslararası düzeyde yetişmiş, kendini tanıtmış ve kabul görmüş uzmanların, akademisyenlerin bulunmayışı. En yakınımızdaki bölge olan Kafkasya konusunda bile durum farklı değil ve son gelişmelerle ilgili birçok faaliyet, toplantı, sosyal medya vb. ortamında Türkiye ana konulardan biri olduğu halde genelde ülkemizden hiçbir veya çok az davetli oluyor ve görüşlerimiz de gündeme getirilmiyor, Türkiye dışarıdan yargılanıyor. Aslında her akşam TV’lerimizde gördüğümüz uzmanları bu faaliyetlerine davet etmeliler değil mi !
Son gelişmeler çerçevesinde Nahçıvan’ın konum ve statüsü bu tablo içinde önemli. Dikkatle izlenmesi de gerekiyor. Bölgeye yönelik bir askeri hareketlenme gerginliği çok farklı mecralara sürükleyecektir. Herşeyden önce, SSCB ile TBMM hükümeti arasında 16 mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova Anlaşması göre Nahçıvan’ın muhtar statüsü gelecekte üçüncü bir devletin lehine kendi uluslararası yasal yükümlülüklerinden vazgeçemeyecek şekilde Azerbaycan’ın himayesi altında bir bölge olarak kabul edilmiştir. Türkiye bu anlamda garantördür. Dolayısıyla Nahçıvan’a yapılabilecek bir hücumun Türkiye’ye yönelik olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu bakımdan Nahçıvan ile Türkiye’nin ilişkileri ve işbirliği her zaman çok ileri düzeyde olmuştur.
Sonuçta; yukarıda da belirttiğimiz gibi Rusya duruma el koymuş ve ateşkesin ve (gerçekleşebilirse) müzakerelerin önünün tekrar açılmasını sağlamıştır. Adeta bölgenin patron olduğunu da ilan etmiştir. Türkiye’nin bu diplomasi sürecinin dışında kalması, her ne kadar askeri cihetle çok önemli bir aktör olsa bile siyasi / diplomatik ölçekte Moskova’yı zorlayamadığını da gösteriyor.
*Ülkemiz iktidarını bilemeyiz ama halkımızı çok yakından ilgilendiren ve büyük hassasiyet duyduğu, Çin’in D.Türkistan’daki ihlal ve baskıları kesintisiz devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi'ne üye 22 ülke, Çin'in Sincan Uygur Bölgesi'ndeki Uygur Türklerine ve diğer akraba topluluklara yönelik muamelesini eleştiren ve kitlesel gözaltıların durdurulması çağrısında bulunan bir mektup imzalamış ancak Türkiye imzacılar arasında yeralmamıştı.
Bu yıl da, yine BM III.Komite genel oturumunda 39 ülke Çin’in D. Türkistan, Tibet ve H.Kong’daki ağır insan hakları ihlallerini kınayan ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri dahil gözlemcilerin Çin’e serbestçe girerek incelemelerde bulunabilmeleri talep eden bir ortak mektubu 6 ekim’de imzalamışlardır. Ve ne yazık ki imzacı ülkeler arasında Türkiye yine yeralmamıştır. Her ne kadar Türkiye bu konuda ulusal beyanda bulunduysa da tepkilerinin güçlü ve olması gerektiği ölçüde olmadığını düşünüyoruz.
Buna karşı Çin’in mezalim politikalarını savunma görevini bu yıl Küba’ya düştü ve Çin’i adeta iyilik meleği ilan edercesine beyanlarda bulundu. Bu görevi geçtiğimiz yıl ise, bugünlerde halkının demokrasi ve özgürlük talebine kulaklarını tıkayan Belarus üstlenmişti.
Türkiye’nin Çin ile ilişkilerini önemli görmesi normal. Ama yıllık 200 milyar avro civarında ticaret hacmine sahip Almanya Uygurların insan hakları konusunda Çin’e karşı 38 ülkeye öncülük yapabilirken, Türkiye de kardeş Uygurlar ve diğer akraba toplulukların maruz kaldıkları büyük mezalime karşı daha girişken ve cesur olmalı, bazı uluslararası çevrelerde zaman zaman ileri sürülen Çin’in Türkiye’nin sessizliğini mi sağladığı tarzında ima ve iddiaların doğru olmadığını söylem ve eylemleriyle açıkça ortaya koymalı.
*ABD’de birkaç hafta sonra, 3 kasım’da yapılacak Başkanlık seçimlerinin sonucu Türk dış politikası bakımından önemli sınamaları da beraberinde getirecek. Cumhuriyetçi Trump tekrar seçilse de, Demokrat Biden yeni başkan olsa da bu durum değişmeyecek. ABD ile ilişkiler yepyeni stratejik anlayış ve vizyonla baştan sona yeniden ele alınmadıkça, kimin Başkan olacağı şüphesiz önemli olsa da, sorunların ağırlığı karşısında nisbeten daha geri planda kalıyor.
Trump’ın yerine Biden’in seçilmesi bir takım farklı meseleleri de gündeme getirecek ve Trump yönetimi de en başta ülkemize yönelik hakaretleriyle tarihteki yerini alacak. Bu anlamda, Başkan Trump’ın son hamlesi, 8 ekim 2020’de imzaladığı Başkanlık kararıyla ‘’Türkiye’nin Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik harekatlar düzenleme eylemlerinin Irak ve Suriye’de radikallerle mücadeleye zarar verdiği, sivilleri tehlikeye attığı ve bölgede barış, istikrar ve güvenlik çabalarına zarar verdiği ve bütün bu nedenlerle de ABD’ nin ulusal güvenlik ve dış politikasına olağanüstü tehdit teşkil ettiği” gerekçesiyle ulusal acil durum uygulamasını bir yıl daha uzatması oldu.Ülke yönetimimizin bu konudaki tepkisini ise henüz göremedik.
Sadece komşularımız veya bölgemizdeki gelişme ve sorunlar değil, neredeyse küresel ölçekli meseleler de doğrudan veya dolaylı şekilde artık Türkiye’yi etkiliyor. Bu sorunların aşılması, yıkıcı etkileri ve sonuçlarından kaçınılabilmesi ve karşı hamlelerle Türkiye’nin bölgesinde ve uluslararası sistemde layık olduğu yeri alabilmesi için de her zamankinden çok daha fazla büyük devlet adamlığı, vizyon ve strateji ihtiyacımız bunuyor. Bütün bunların da rasyonel, istikrarlı ve hedefleri iyi tespit edilmiş bir diplomasiyi harekete geçirmesi gerekiyor. Dış politikada güzel bir gelecek ancak bütün bunlarla mümkün olabilecek. Ve bu güzel geleceğe ülkemizin hak ettiğine, er geç de kavuşacağına şüphesiz inanıyoruz.