“Bugün Kudüs giderse. Allah korusun, yarın gözleri Şam’dadır. Sonra Bağdat’ta, Mekke’de, İstanbul’dadır”(Sezai Karakoç)
“Seni unutursam ellerim kurusun ey Kudüs… Kudüs’de bir gün mutlaka buluşacağız. (2000 yıllık Yahudi duası)
“…Sonuçta; düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın suskunluğunu hatırlayacağız…” (M.L.King)
I.Giriş sözleri yerine; Kudüs insanımızın ruhunu saran özel bir şehirdir.Bütün diğerlerinden farklıdır. Üstat Sezai Karakoç “…Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir. Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri…”derken herhalde bunun anlatmaktadır. İşte insanlığın şehri Kudüs başta olmakla, Filistin ve İsrail’deki Müslümanlar, bütün dünya gibi Ramazan ayının bereketini ve bayramın mutluluğunu yaşamayı beklerken, neredeyse hemen her bayram döneminde olduğu gibi bir kez daha insanlık dışı tutum, taciz ve saldırıların hedefi oldular. Hem de son on yılların en şiddetlisine. Savaş boyutlarına taşınan olaylar, baskılar, çatışmalar ve zulüm halen devam ediyor. Mescidi Aksa dahil kutsal mekanlar da bu tecavüzlerden kurtulamadı. Nedendir bu başa gelenler. Çokça neden sayılabilir şüphesiz. Ancak hepsinin ardında, hepsini aşan bir başka derinlik de bulunur. Geleceği görebilmek için o derinliği de kavrayabilmek, en azından anlamaya çalışmak gerekir. Her büyük gücün ömrünü tüketişinin ayrı bir hikayesi vardır. Mesela 70 yılda tarihe karışan, şimdiki genç nesillerin ismini bile hatırlamakta zorlandıkları, bir zamanların süper gücü SSCB. Bugünkü orta doğu kaosunun, özelde ise Filistin meselesinin doğuşunun en büyük sorumlularından biri olan SSCB’nin halefi Rusya Devlet Başkanı Putin, SSCB’nin dağılmasını asrın felaketlerinden biri olarak nitelerken, sınırları içinde yaşayan milletlerin özgürlük arayışlarının dünyanın en büyük iki süper gücünden biri olan SSCB’nin dağılmasının arkasındaki ana unsur olduğunu pek kavrayamadığı anlaşılıyor. Üstelik bugün aynı coğrafyada yaşanan birçok güncel meselenin arkasında da yine Moskova’nın politikalarının bulunduğunun benzeri görüşleri savunan Rus stratejistlerce hatırlanması gerekiyor.Öte yandan, sadece bu asrın değil son asırların en büyük felaketinin, en başta doğurduğu sonuçlar itibariyle Devlet-i Ali’nin emperyalistlerce dağıtılmasının olduğu kanaatimizi bilhassa Filistin/orta doğu konuşulurken bilinmesi gerektiğini vurguluyor, bu görüşlerimizin de hemen her gün yeni gelişmelerle doğrulandığını maalesef izliyoruz. (Şüphesiz söz konusu tarihi sürecin iç dinamikleri ayrı bir analiz konusudur)Yeni gelişmelerden kastımız ise Orta Doğu ve bugün bütün dünyanın ilgisinin merkezindeki güncel İsrail/Filistin çatışmalarıdır. Yaşanan acı, yıkım ve trajedilerdir.
Aslında acı ve yıkımlar her zaman bölge tarihinin ayrılmaz bir parçası oldu. Filistin’in yakın tarihine baktığımızda dönemlerine damgalarını vuran, bazıları efsanevi sembollerin, isimlerin vb. bugün yerlerini başka gerçekliklere bıraktığını görmekteyiz. 20.yy başlarının Balfur, Sykes-Picot, Müftü Hacı Emin,Irgun, Haganah vb. nicelerinin isimleri artık gerilerde kaldılar. Ancak o dönemin iz ve etkileri bugünlere acı ve yıkıcı bir miras olarak halen yaşıyor. İşte bu miras Ramazan ayı ve bayramı boyunca Filistin’de yaşanan ve halen de devam eden gerçeğin tam kendisidir.
Türkiye de bugüne kadar Filistin’in yanında oldu. 1947 Paylaştırma Planını tanımayan ülkelerden biriydi. 1975’den bugünlere Filistin’le resmi düzeyde ilişkiler içinde bulundu, BMGK’da İsrail’i Kudüs’ün statüsünü değiştirecek her türlü eylemden kaçınmaya çağıran kararların hazırlanmasına aktif destek verdi. (BMGK 2253 gibi) Kasım 1988’de de Filistin Devleti’ni ilk tanıyanlar arasında yeraldı. Her zaman başta BM 242 olmakla BM kararları esasında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve egemen Filistin devletinin kurulmasının savunucusu, destekleyicisi oldu.(Bizden önce Türkiye’nin Filistin diye derdi yoktu gibi tuhaf düşünceler içindekiler öğrensinler) BM’ne üye olmayan, daimi gözlemci statüsünü kazanırken de bu desteğini verdi, dönemin dışişleri bakanı Prof.Dr. Davutoğlu da oturumda güçlü bir konuşma yaparak bu desteğini bütün dünyaya ilan etti. Bu desteğini halen her zeminde de sürdürüyor.
Bununla birlikte, her ne kadar özel bir konum ve ağırlığı bulunsa da,son yıllarda bölgeden dışlanan Türkiye’ninbugün gelişmelere yön verebilecek veköklü sonuçlar getirebilecek açılımlara yönelme pozisyonunda bulunmadığı şüphesizdir.
II.Bugünkü gelişmeleri tekikleyen nedenler;İçinde yaşadığımız bugünlerde Doğu Kudüs’te başlayarak yayılan ve şiddetlenen İsrail-Filistin savaşını (maalesef artık savaş ifadesinin kullanabiliriz!) tetikleyen bir dizi faktör var. Hamas/ Abbas uyuşmazlığı, Şeyh Carrah bölgesinde Filistinli aileler üzerinde yoğunlaşan tahliye baskıları, İsrail’de iki yıldır sürdürülebilir bir koalisyonun kurulamaması ve muhtemelen 5. kez seçimlere gidilecek olması, bu durumun iç politikada istismarı, İsrail’in ABD’nin yeni yönetiminin dikkatlerini bölgeye çekebilme gayretleri bunlar arasında sayılabilir. Bu tabloda kendini öne çıkaran en önemli gerçek ise İİT ve Arap Ligi gibi bölgesel sorunları ilgi alanlarında tutan kuruluşların yetersizlik ve güçsüzlüklerinin bir kez daha açıkça ortaya çıkması olmuştur. Belki hemen her kriz döneminde olduğu gibi, son gelişmelerde de yayınladıkları ortak bildiriler İsrail’e yönelik kınamaları ve bilinen BM kararlarına atıfları tekrarlamaktan öteye geçemedi. Bu açıklamalar BM mekanizmalarını somut kararlar almaya yöneltebilecek veya bu kuruluşların kendi bünyeleri içinde net adımları içermekten de aciz kaldı. Bu acziyet en başta Filistinli sivillere yönelik uluslararası koruma tedbirlerinin alınmasındaki zaafiyette kendini gösteriyor.
III.Uluslararası koruma;Yaşadığımız bu kritik günlerde sürekli gündeme gelen Filistinli sivillerin korunması konusu özel önem taşır. Aslında bu husus yeni değildir.Filistinli sivillerin korunmasında etkin bir kararlılık bugüne kadar gerçekleştirilememişse de, BM ve İİT’in sürekli gündeminde olmuş, çeşitli kararlar da alınabilmiştir. Bunlar arasında bilhassa;
-BMGK’nin “işgal altındaki bölgelerde Filistinli sivillerin güvenliği ve korunmasına yönelik, geçici uluslararası veya yabancı mevcudiyet konuşlanması dahil gerekli tedbirlerin alınması” çağrısı (No; 904, 18 mart 1994)
-BM Genel Kurulu’nun 10. olağanüstü özel oturumu’nda (13 haziran 2018, GA/12028) “Genel Sekreter’in Filistinli sivillerin korunmasına dair, uluslararası koruma mekanizmalarını da içeren bir tedbirler raporu hazırlaması” çağrısı ve
-İsrail-Filistin Geçici Yönetim İlkeler Bildirisi (1993/ BM/S/26560)’nin bölgede uluslararası mevcudiyete dair ilgili düzenlemeleri önemlidir.
Önceki gün (16 mayıs) yapılan İİT Olağanüstü İcra Komitesi Dışişleri Bakanları dahil çeşitli İİT bildiri ve kararlarında da yukarıda belirtilen BM kararlarına atıfta bulunulmakta ve BM’den Filistinli sivillere uluslararası koruma sağlanması yönünde gerekli adımların atılması çağrısı yapılmaktadır.
Yine bu vesileyle bir konuya açıklık getirmeye çalışalım. 25 mart 1994’deki İbrahim camii katliamı akabinde tesis edilen, 1997’de Türkiye’nin de dahil olduğu Hebron Uluslararası Geçici Mevcudiyet ise herhangi bir koruma gücü ve askeri/polis yetkisine sahip olmayıp sadece İsrail-Filistin Yönetimi arasında imzalanan ikili bir protokolle tesis edilmiş ve 2019’a kadar faaliyette bulunmuş bir sivil gözlem misyonudur sadece. BM’den aldığı herhangi bir yetkisi de keza olmamıştır.
IV.Neler yapılmalı. Bugünlere bakıldığında durumun hiç iç açıcı olmadığı görülüyor. Güncel gelişmelerin detaylarına girmeye pek gerek yok, zira her şey bütün dünyanın gözü önünde. Herşeyden önce 2000 yıl boyunca gözleyen Yahudilerin 1947’de her türlü siyasi, askeri, ekonomik, psikolojik vb. aracı kullanarak devletlerini elde ettikten sonra bugün İsrail’in bölgesel ve uluslararası düzeyde geldiği konum ortadadır. Şüphesiz Filistin de önemli kazanımlar sağlamış, örneğin, Yönetimini kurabilmiş, kendisine küresel ölçekte bir destek zeminini sağlamış, BM’de üye olmayan gözlemcilik elde edebilmiştir. Bu örnekleri tabiatiyle çoğaltmak mümkündür. Ancak bunların İsrail’in bahsettiğimiz durumuyla kıyaslanamayacağının tespiti sağlıklı sonuçlara yönelinebilmesi için gerekli önşartlardan biridir.Bir takım görüşlerimiz şöyledir;
i.Filistin meselesinin asıl çözüm merkezlerinden biri bizce BM ve şüphesiz Güvenlik Konseyi’dir. Aslına bakılırsa, Filistin meselesinin bugüne kadar, farklı boyutlarıyla çeşitli kararlara, ortak bildirilere ve çağrılara konu olduğunubiliyoruz.Bugüne kadar İsrail-Filistin konularıyla ilgili yüzlerce BM kararı alınmıştır. BM sisteminde bugüne kadar veto edilen 250’den fazlası tasarının bir bölümü de bu konularla ilgilidir.Herhalukarda, meselenin özünü bu kararların uygulamaya geçirilememesi teşkil etmektedir.
BM Şartı’nın kararları uygulamayan ve BM’nin kuruluş ilkelerini sürekli ihlal eden üyeleriyle ilgili önemli maddeleri vardır. Bunlardan; Madde 5 “Güvenlik Konseyi tarafından aleyhinde bir önleyici ya da zorlayıcı önlem alınmış bulunan bir BM üyesi, üyelik sıfatından doğan hak ve ayrıcalıklarını kullanmaktan, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine Genel Kurul tarafından alıkonabilir. Güvenlik Konseyi bu hak ve ayrıcalıkların kullanılmasına yeniden izin verebilir” derken Madde 6 “İşbu Antlaşma’da belirtilen ilkeleri ısrarla çiğneyen bir Birleşmiş Milletler üyesi, Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine Genel Kurul tarafından örgütten çıkarılabilir” demektedir.
Filistin sorununun çözümüne katkı verebilecek bütün BM mekanizmaları her kanaldan zorlanmalıdır. Şüphesiz burada ABD ve diğer Güvenlik Konseyi üyelerinin, hatta tamamının tutumu İsrail’e yönelik radikal kararların alınmasını bugün için imkansız kılmaktadır. Burada bilhassa veto sistemi kritiktir. Ülkeyi 1947’de ikiye bölerek bugünlerin tohumlarını atan BM(sonradan aynı tarihi Dünya Filistinlilerle Dayanışma Günü ilan ederek vicdanını rahatlatmaya çalışmışsa da) tarihsel sorumluluğundan kurtulamayacaktır.
ii.Filistinliler arası birliğin sağlanamamış olması ilk günden bugünlere sorundur. Yaşamsal konularda, üzerinde yaşanabilecek ortak bir vatanın tesisi hususunda bile ortak anlayış hususunda zorlanıldığı dönemler olmuştur.Bu öylesine sıkıntılı bir meseledir ki, Filistin’in elden kaymakta olduğu dönemlerde bile aşiretler, siyasi farklılıklar, şahsi çıkarlar etkili olabilmiştir.Halbuki aynı dönemlerde aralarındaki bütün radikal farklılıklara rağmen bağımsız bir devlet için her türlü fikir ve kökenden Yahudi aynı zeminde buluşuyor, canını dişine takarak savaşıyordu. Bu tablodan çıkarılması gereken ders ve sonuçlar olmalıdır.
Bugünkü Filistin yöneticilerinin bu yönde atabilecekleri adımlar geleceğe daha umutlu bakılmasına katkı sağlayacak, yol gösterici olacaktır. Örneğin bu aylarda yapılması öngörülmüşken birtakım nedenlerle ertelenen/iptal edilen meclis/ devlet başkanlığı/ ulusal konsey seçimlerinin sonucu ne olursa olsun saygı duyulması esasında yapılabilmesi iradesinin gösterilmesi yararlı, örnek bir adım olabilecektir.
iii.Şüphesiz uluslararası sistemde belirli bir konumları varsa da, Arap Ligi, İİT gibi kuruluşlar adeta dilek ve temenni forumlarına dönüşmüş, her bir üyesinin İsrail’le ilişkilerinde başka gündemleri de bulunan yapılardır. Trump’ın son döneminde İİT ülkelerine yönelik diplomasi atağının İsrail’e bazı kazanımlar sağladığı hatırlanacaktır. Bugünlerin siyasi havası gündemden düşmeye, geri planlarda kalmaya başladığında Bahreyn, Fas, Sudan ve BAE’ne yeni ülkelerin eklenmesi beklenebilir. Ancak mali güç, motivasyon, uluslararası düzeyde Filistin konusunun gündeme getirilmesi/tutulması vb. konularda katkı ve destekleri bakımından bu kuruluşlar önemlidir. İsrail’in eski başbakanlarından G.Meir’ın, İsrail’in kuruluş sürecinde cebinde on dolarla gittiği ABD’den, S.Arabistan’ın o dönemde bir yıllık petrol ihracatına yakın bir mali destekle döndüğünü bu konudaki çeşitli anekdotlardan sadece biri olarak burada hatırlayalım.
Bu bakımdan çok sesli yapılar kadar Filistin meselesine bütün azmiyle sahip çıkarak benimseyecek ve mücadelesini verecek dar kapsamlı ülkeler gruplarına da ihtiyaç bulunmaktadır. Türkiye’nin doğal ve kaçınılmaz olarak içinde yeralması, öncülüğünü yapması gereken böyle bir Filistin Dostları grubunun ana önşartlarından biri Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ikili/bölgesel ilişkilerini düzeltmesi, yeni baştan şekillendirmesidir.
Bu konularda daha başka ve kapsamlı değerlendirmelerde bulunulabilir. Bu belirttiklerimiz sadece ilk anda akla gelenlerdir.
Sonuçta;Geçmişi çok daha öncelere uzansa da1947’den bu yana, İsrail devletinin kurulmasıyla farklı bir mahiyet kazanarak bugünlere kadar gelen Filistin meselesinin özünde esasta bir tek hayati konu vardır. Bugüne kadar bağımsız ve egemen, BM üyesi bir Filistin devletinin kurulamamış bulunması. Bu konunun arşivlerden taşacak kadar geniş ve kapsamlı bir evveliyatı, çok sayıda da nedeni vardır. Ancak bütün bunlar vurguladığımız bu gerçeği asla değiştirmemektedir. Bu hedefe erişilinceye kadar da bölgede hiçbir insanın, halkın, devletin huzuru, güvenliği, refahı olmayacaktır. Uluslararası sistemin bütün güç odaklarının bu yalın gerçeklik üzerine odaklanmaları; kalıcı, sürdürülebilir ve nihai barışa giden yolun ilk adımlarından biri olacaktır.
Yarın (20 mayıs) BM Genel Kurulu’nda yapılacak Filistin’de Durum konulu görüşme önemli olacak. Meselenin çözümünde anahtar konumundaki Güvenlik Konseyi ise son gerilim ve çatışmalar üzerine üst üste üç kez toplandı ancak bir açıklama bile yapmaktan aciz kaldı. Geçmiş dönemlerdeki kendi kararlarını dahi tekrarlayamadı. BM’den tarihin akışını değiştirebilecek radikal bir karar beklemek bu şartlarda mümkün olmayabilir ancak Filistin halkına moral ve destek verecek, Güvenlik Konseyi’ni de baskı altına alacak bir karar beklenmeli. Nihai çözüme, bağımsız egemen Filistin devletine giden yolda anahtarın Güvenlik Konseyi ve BM olduğu, bu nedenle kesintisiz mücadelenin bu yönde sürmesi gerektiği görüşümüzü tekrarlayalım.
******