Yunanistan’ın ilk kadın cumhurbaşkanı olarak ocak ayında seçilen Katerina Sakelaropulu, Türkiye ile Yunanistan arasında aidiyet sorunları bulunan Ege adalarından Eşek (Agatonisi) adasını önceki gün ziyaret etti. Ancak, siyasi bir şova dönüştürse de, bu adanın aidiyeti konusunda Yunan tarafı hukuken sağlam mı. İşte bu müphem ve kanaatimiz Yunan tarafında bile bir şüphenin mevcut olduğu. En azından bu konuları bilen çevreler için ziyaret sıradan bir gelişme teşkil etmedi, zira Sakelaropulu’nun Ege’deki binlerce adadan özellikle burasını seçmesi şüphesiz tesadüfi değil, herşeyden önce önemli bir sembolik anlamı bulunuyor. Öte yandan, AB’nin; çeşitli forumlarda Yunanistan’ın iddialarını desteklemesi ve bu ülkenin doğu sınırlarının aynı zamanda AB’nin de sınırları olduğu yönünde zaman zaman beyanlarda bulunması da meseleyi Türk-Yunan anlaşmazlığının ötesinde bir boyuta taşıyor.
Günün siyasi şartlara göre zaman zaman alevlenen veya derin bir sessizliğe bürünen iç/dış politika konuları arasında Ege Adaları ülkemizde belki en önlerde gelir. Ege dosyasını çoğu kez tarihi şartlarından uzak, hatta gerçek dışılıkla okumaktan kaynaklanan birtakım önyargı ve bilgi karmaşası da bu tabloda yeralır. Bir makale içinde bu konunun detaylı mahiyette ele alınması mümkün değildir. Bununla birlikte, Yunan cumhurbaşkanı’nın bu adayı ziyareti vesilesiyle gelişmelerin tarihi, siyasi ve hukuki bazı yönlerini kısaca hatırlamak yararlı olacaktır.
Bugün iki ülke arasında gerçekten de çok sayıda mesele var. Azınlıklar, Ege denizi, Doğu Akdeniz, Kıbrıs vb. bunlardan sadece bazıları. Ege denizi bağlantılı sorunlar ise en karmaşık ve en kapsamlısı.
I. ürk Deniz Kuvvetlerinin bazı çalışmalarına göre sayısı 1800 civarındaki Ege adaları kendi içinde Kuzey Ege, Sporadlar, Kikladlar, Doğu Ege ve nihayet Türkiye için özel önemi haiz Oniki adalar şeklinde gruplara ayrılır. Geçmişke bu gruplar Menteşe adaları vb. gibi farklı isimlerle de anılmıştır. Her bir adalar grubunun diğerlerinden farklılık arzeden tarihi geçmişi, elimizden çıkış ve hukuki statü hikayesi vardır. Mevcut sorunlar bağlamında güncelliğini koruması bakımından Oniki adaların ayrı bir dosya olarak da görülmesi gerekir.
Hemen hemen her bir ada/adacığın Türkçe isminin de mevcuttur. Zira adalarla çok köklü ilişkiler olmuştur, esasen Türkler, Osmanlılar, daha Anadolu’nun tamamında hakimiyet tesisinden bile önce Ege adalarına ilgileri yöneltmişlerdir.
Gerçek sayıları oniki’den fazla olsa da ismen Oniki adalar olarak bilinen bu coğrafi formasyonlar Astopalea (Koçbaba, İstanbulya), Halki (Herke,Hereke), Kalimnos (Kilimli), Karpetos (Kerpe), Kasos (Kaşot,Çoban), Kos (İstanköy), Leros (İleriye, İleryoz), Nisiros (İncirli), Patmos ( Batnaz), Rhodes (Rodos), Simi (Sömbeki), Tilos (İlyaki, Papazlık) ve Akdeniz'de yer almakla birlikte Oniki adalar grubuna bağlı olan Meis (Kızılhisar)’dir.
II. Hukuki çerçevede; gerek Ege adalarının elimizden çıkışının, gerek bunun bir sonucu olarak bugünkü Ege denizi meseleleri ele alınırken bilinmesi yararlı bazı temel referanslar, belgeler vardır. Bunlar bugünkü sorunların çerçevesinin anlaşılabilmesi için gereklidir. Kısa başlıklar halinde;
-İtalya ile Uşi Anlaşması (15 ekim 1912)
-Balkan savaşları ve I.Dünya savaşı döneminde yapılan çeşitli konferanslar, toplantılar (Büyükelçiler Konferansı, kasım 1913 Atina ve mayıs 1913 Londra Antlaşmaları vb.).
-Doğu Ege Adalarının, temmuz-1923 Lozan Antlaşması ve şubat -1947 Paris Antlaşması ile Yunanistan ve İtalya’ya aidiyetlerinin tescili, silahsızlandırılması.
-Lozan Antlaşması; Bilhassa md.12,13,14 ve 15. bu hususta önemli referanslardır.
-BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS /DHS) 3.BM Deniz Hukuku konferansı (1973-1982) sonucunda ortaya çıkmış, 60 ülkenin onayıyla birlikte 6 kasım 1994’de yürürlüğe girmiştir. Bugüne kadar da 168 ülke onaylamış, 14 BM üyesi ise imzalamış ancak onaylamamıştır. Türkiye, keza ABD, bu Sözleşme’ye taraf değildir. Sonraki dönemde (1994) bu Sözleşmeye bir de Ek Belge hazırlanmış,hemen hemen yine aynı ülkeler buna da taraf olmuştur.
-Türkiye Ege deniziyle ilgili aşağıda başlıklar halinde özetlenen sorunların bir paket olarak görülmesini talep etmekte, buna göre de UAD dahil barışçı çözüm yöntemleriyle ele alınmasını önermektedir. Atina’ya göreyse Ege denizi’nde Türkiye ile ele alınabilecek tek mesele UAD’na gidilerek kıta sahanlığının tespitidir. Bu yaklaşım bugün Ege’de görmekte olduğumuz gibi çözüm yollarını kapatmakta, meseleleri çıkmaza sokmakta, denizlerde barış, huzur ve işbirliğini mümkün kılmamaktadır.
III. Türkiye ile komşumuz Yunanistan arasındaki karasuları meselesine kısaca bakarsak; Lozan Antlaşması’na göre Türkiye ve Yunanistan’ın karasularının 3 mil olması esastı. Bununla birlikte; tek taraflı olarak Yunanistan 1936 yılında çıkardığı kanun ile karasularını 6 deniz mili olarak ilan etmiş, ancak bu hamlesi, o dönemdeki Atatürk ve Venizelos dostluğu nedeniyle soruna dönüşmemiştir. Türkiye de sonradan karasularının genişliğini 15 mayıs 1964 tarihli Karasuları kanunu ile 6 deniz mili olarak belirlemiş, komşulara karşı aynı genişlik uygulanması esasını kabul etmiştir.
Yunanistan, UNCLOS/DHS’nin karasuları için azami 12 mile kadar imkan tanımasını kullanmak istemekte, buna mukabil haklı gerekçelerle Türkiye de bunu kabul etmemektedir. Yunanistan'ın karasularını 12 mil olarak uygulaması Ege’de Türkiye'nin aleyhine çok vahim bir durum oluşturacak, bugün (6 mil esasına göre) Ege Denizi'nin %40'ı Yunan karasuları iken 12 mile çıkarılması halinde Ege'nin %70'i Yunan karasularına, sadece % 9/10 kadarı da Türk karasuları haline gelecektir. Açık denizler %51'den %19'a inecektir. Türk askeri uçakları Ege üzerinde serbestçe uçamayacak, tatbikat yapamayacak, balıkçılar avlanamayacak, deniz ulaşımında sorunlar oluşacaktır. Bu durumu Ege’nin tam anlamıyla bir Yunan iç denizi haline dönüşmesinden daha iyi açıklayacak bir tanım bulmak zordur. DHS’nin 12 mile kadar genişliği mümkün görmesi çerçevesinde 1964 yılına ait kanunda değişikliğe gidilerek, 20.05.1982 / 2674 sayılı Karasuları Kanunu’yla, Cumhurbaşkanına bazı denizlerde hakkaniyet ilkesine uyularak karasuların genişliğini 6 milin üzerine çıkarma yetkisi verilmiştir. Özetle; bugün itibariyle iki ülke arasındaki deniz sınırları tespit edilmemiştir.
Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), Birleşmiş Milletler DHS uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir. Bu alan devletin denize olan kıyı kenarından, denize doğru karasularında 200 deniz mili dışına kadar uzanır. Keza bu konu da Ege’nin özel şartları nedeniyle iki ülke arasında çözümlenmemiştir. Esasen Ege’de MEB uygulanabilecek genişlikte bir deniz alanı da bulunmamaktadır.
Karasuları gibi, Ege’de Türkiye ve Yunanistan’a ait kıta sahanlığının sınırları da henüz belirlenmemiştir. Bugün itibariyle Türkiye ve Yunanistan Ege Denizi’nde 6 deniz mili mesafesindeki karasularının ötesinde, kabul ve tespit deniz yetki alanına, kıta sahanlığına sahip değildir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, kritik Ege sorunlarından olan Ege Adalarının silahsızlandırılmış statüsü Lozan Antlaşması (Limni, Semadirek, Midilli,Sakız ve Sisam) ve Paris Antlaşması (Oniki adalar ve Meis) ile belirlenmiştir. Yunan tarafı Oniki adaların askerden arındırılmışlığının sadece imzacı tarafları bağladığını, Türkiye’nin bu hususta bir söz hakkı bulunmadığını ileri sürmekte ve on yıllardır bu yükümlülüğünün ihlal etmektedir. Atina bu konularla ilgili olarak Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yargı yetkisine çekince koymuş, dolayısıyla meselenin çözümü için UAD yolunu engellemeye gayret etmiştir.
Yunan cumhurbaşkanının Eşek adası ziyaretiyle alevlendiği gibi, Ege denizinde bazı ada, adacık veya kayalıklarının statüsü açık ve net değildir, karşılıklı anlaşmalarla belirlenmesi gereklidir. Öyle ki Yunan tarafının iddia ettiği bazı adacıklar Türkiye’ye öylesine yakındır ki Atina’nın tezlerinin kabulünün tek sonucu Türkiye’ye Ege’nin kapanması anlamına gelecektir.
Bunlardan başka Ege’de hava sahasının genişliği, FIR hattı gibi başka meseleler de mevcuttur.
IV. Bu genel çerçeveyi özetle ve kısaca paylaştıktan sonra özel önem taşıyan Oniki adalara biraz daha yakından bakabiliriz. Oniki adalar meselesi Osmanlı devletinin son dönemlerinden itibaren bugünlere kadar gelmiştir.
İtalya Koçbaba adasından başlayarak Oniki adaları 1912’nin ilkbahar aylarında birer birer işgal etmiş, kimi zaman yerli Rum ahalinin desteğini alarak, kimi zaman da adalarda Türk gücünün çok az, hatta yok düzeyinde oluşundan, en başta da Osmanlı’nın denizde güçlü bir donanmasının bulunmayışından yararlanarak adeta dağılan tespih taneleri gibi kolayca ele geçirmiştir. Bazen 20-30 askerle… Rodos, Kilimli, İleriye, Kerpe, İncirli vb. vb. Geçmişte çetin savaşlarla, çok sayıda şehit verilerek ele geçirilebilen bu adaların bu kadar kolay yitirilmesi tarihimizin en ibretlik dönemlerindendir. Bütün Ege adaları tarihini sadece Lozan Antlaşması çerçevesinden görmeye yeltenerek, meselelerin önünü arkasını dikkate almayanlara, bu döneme bir göz atmalarının hararetle tavsiye ederiz.
O yıllar Ege adaları konusunda sadece Osmanlıya karşı savaşılan değil, İtalya, Yunanistan ve diğer işgalci devletlerin de zaman zaman aralarında gerginliklerin yaşandığı dönemdir. Sonuçta Osmanlı-İtalya savaşını bitiren 15 ekim 1912 Uşi Anlaşması ile zaten işgal altında bulunan adaların,Trablusgarp’ın İtalyanlara verilmesini müteakiben Osmanlı devletine geri verilmesi kararlaştırılmıştı. (md.2) Ancak bu iade maalesef hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Gerek o dönemde Balkan savaşlarının çıkması, gerek müteakiben I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı ve İtalya’nın karşı kamplarda yeralmasına bağlı gelişmeler neticesinde adalar hukuken bizde gözükse de fiilen İtalya’da kalmış, elden çıkmıştır. Bu yıllarda İtalya’nın boşaltması halinde adaların güçlü bir donanmaya sahip ve fırsat gözleyen Yunan işgaline geçeceği endişesi de Osmanlı tarafının bu duruma sessizliğinde etkili olmuştur. Balkan savaşı sonrasında da zaten Doğu Ege’de Limni, Midilli, Sakız, Sisam ile Girit vb. Yunanistan’ın işgalinde kalmıştı. Nitekim, İtilaf devletleri kendi aralarındaki gizli anlaşmalarda Oniki adaların İtalya’da kalmasına mutabakat vermişler (26 nisan 1915, Londra Konferansı) keza, Sevr Belgesi (10 ağustos 1920) (md.122) ile Gökçeda’dan Sisam, İkerya’ya kadar bütün Doğu Ege adalarının Yunanistan’a, işgal altındaki adaların da (Oniki adalar) İtalya’ya verilmesi öngörülmüştür. Böylece ortaya asırlarca Osmanlı yönetimindeki Ege adalarının İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılması tablosu doğmuştur.
Sözkonusu durum Lozan Anlaşması’nın içeriğine de yansımış, bahsekonu adalar silahsızlanma şartıyla Yunanistan ve İtalya’ya verilmiş, Anadolu kıyılarına 3 milden az olan ada/adacıklarla, Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan adaları da Türk hakimiyetinde kalmıştır. Lozan’da Türk heyetinin önceliğinin Oniki adalar değil Boğaz önü adalarının (Gökçeada, Bozcaada) yitirilmemesi ve karşı tarafta kalanların ise askersizleştirilmesi olduğu, özetle adalar konusuna Türk tarafının fazlaca yoğunlaşmadığı söylenebilir. Belki de buna gücünün yetmediği, ülkenin geleceğine dair diğer önceliklerin daha ağır bastığı… Bütün bunları objektif tarih yargılamalıdır.
Gelelim meselenin bugünlere kadar uzanan, en hararetli tartışmaların yaşandığı II.Dünya Savaşı dönemine. Bu arada İtalyaların yenilmesiyle birlikte Oniki adaların denetiminin bir süreliğine nazi Almanya’sına geçtiğinin de bilhassa hatırlanması gerekir. Belgeli veya belgesiz, doğru veya gerçek bu dönemde, büyük ölçüde Türkiye’yi kendi saflarına çekebilmek veya karşılığında Türk boğazlarında kendilerine etki alanı açabilmek, ülkemiz üzerinden başka kazanımlar elde edebilmek vb. amacıyla güçlü devletlerin Türkiye’ye adaların verilmesi konusu kendi aralarında gündeme getirmiş olabilecekleri, Alman hatta Sovyet tarafının da bu yönde girişimlerde bulunmuş olabileceği söylenir. Burada önemli sorular şunlar olmalıdır. Almanya veya Sovyetler veya başkası Türkiye’ye adalarla ilgili herhangi bir imada bulundularsa bu neyin karşılığı olacaktı? Türk yöneticiler hangi anlayışla müterredid kalmışlardır? Bunlar düşünülmeden adaların nasıl kaybedildiği hususunda hüküm vermenin anlamı olmayacaktır. Bütün bunların tekrarına gerek yoktur zira konularla ilgili herkesin bildiği hususlardır.
Sonuçta ise İtalyanlara kaptırmamızdan 35 yıl sonra bu adalar 10 şubat 1947 tarihli Paris Anlaşmasıyla birlikte, Yunan egemenliğine geçmiştir. Antlaşma’nın 14.maddesi,Türkiye’nin her zaman önemli gördüğü gibi,bu adaların silahsızlandırılmasını da öngörmekteydi ki, gerçekten de bu konu bugünlere kadar çok büyük bir mesele olarak gelmiştir.
“Madde 14
İtalya işbu Antlaşma ile, aşağıda belirtilen Onikiada’yı tüm egemenliği ile Yunanistan‘a devreder: Stampalia (Astropolia), Rhodes (Rhodos), Calki (Kharki), Scarpanto (Skarpanto), Cassos (Casso), Piscopis (Tilos), Misiros (Nisyros), Calimnos (Kalymnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi), Cos (Kos) ve Castellorizo ve bitişik adacıklar.
Bu adalar silahsızlandırılacak ve öyle kalacaklardır.”
Tarih gerilerde kalmıştır, ancak etkileri bugün de sürmektedir. Bu konularda çokça soru da akla gelmektedir. Katılmadığımız bir savaştan bize pay verileceğini düşünmek, 1900’lerin başlarından beri hukuken olmasa da fiilen elimizden kayıp gitmiş adaların bize hediye edileceğini beklemek pek makul bir yaklaşım olmasa bile, örneğin; savaş devam ederken güçlü devletlerin kurmuş olduğu ve haziran 1945’de faaliyete geçen, adalar konusunun da ele alındığı dışişleri bakanları konferansı veya 1947 Paris toplantısı süreçlerine katılabilir miydik...Katılmamıza izin verilseydi nasıl bir sonuç doğardı, doğabilir miydi. vb. vb. Yoksa o dönemin şartları içinde Oniki adaları alabilir miydik sorusu gerçek dışı ve hayal mahsulü müydü gibi…
Oniki adalarla ilgili olarak söylenebilecek bir söz daha varsa o da; Yunanistan’ın kurulduğu 1821’den itibaren, dönemin güçlü devletlerinin Osmanlı devletinden yağmalayıp kopararak k.Sporad ve Kiklad adalarını kendisine bağışlamasıyla başlayarak, her türlü diplomasiyi, askeri-siyasi gücü kullanarak, gerektiğinde siyasi desiseyle, gerektiğinde savaş alanlarında bilhassa güçlü donanmasıyla yeralarak, milli hedeflerine kavuşabilmek için yıllar mücadeleyle elimizden adalarımızı alabildiğidir. İbretlik bir durum. Asırlık Türk toprakları çok kısa bir zaman dilimi içinde teker teker elden kayıp gitmiştir.
V. Sonuçta; Dün olduğu gibi bugün ve önümüzdeki dönemlerde de Ege denizi adalarının hangi şartlarda elimizden çıktığının acı ve ibretamiz hikayesini, 600 yıllık bir devletin sürekli toprak kaybı ve küçülmeyle geçen son döneminin önemli zaman dilimlerinden biri olarak görmek gerekir.
Tarihimizin bu dönemini sadece bir Ege adaları üzerinden değerlendirmeye çalışmak bize göre sağlıklı bir yaklaşım olmayacaktır. Türkiye o dönemde sadece Ege adalarını değil bütün bir imparatorluğu yitirdi. Viyana önlerinden başlayarak Anadolu içlerine kadar daralan bir küçülmedir bu. Balkanlar, Afrika, Orta Doğu.. Tarihle gerçek bir hesaplaşma ancak bu bütüncüllük üzerinden gidilmekle mümkün olur, aksi takdirde bu meseleler sadece iç siyasi spekülasyonların günübirlik unsurları olmaktan öteye gidemeyecektir.
Bütün bu görünüm içinde o dönemlerin siyasi liderlerinin, yönetimlerinin hiçbir yanlış adımı, kararı olmamış mıdır gibi sorular haklıdır, kaçınılmaz olarak da önümüze gelmektedir. O dönemlerin iç ve dış siyasi şartları, yükselen ve güçlenen, küresel hakimiyetini 19/20 asırlarda tesis etmiş batılı güçlere karşı Osmanlı ve genelde de İslam, doğu dünyasının çözülme, yıkılma süreçlerinin içinde bulunuşu, yöneticilerin siyasi şartları iyi okuyamamaları, hiç olmazsa elindekini kurtarabilme anlayışı mutlaka ki önem taşımış, bu anlayış cumhuriyetin yönetici elitlerinde de etkili olabilmiştir. Öte yandan, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dönemin şartlarından kopuk, hayalperestlikten beslenen bir takım önyargılar ve siyasi kaygılarla bazı devirleri aşağılamaya veya yücelmeye çalışmak da ucuz kahramanlık arayışlarından başka anlam ifade etmeyecektir. Geçmişi tarih yargılayacaktır. Esas olan bugün elimizin altından kayıp gidenler var mıdır. Tarihin bugünleri yargılayacağı meseleler var mıdır.
Önemli olan bilhassa diplomaside tarih şuurunu sağlıklı tutmak, gelecek zaafiyetlere zemin hazırlamamak, hayalcilikten uzak bir gerçekçiliği rehber edinmek, liyakatlı kadrolarla yürümektir. Bu bakımdan, konumuz Ege denizi meseleleri olduğuna göre, bilhassa statüsü belli olmayan, anlaşmalarda ismen zikredilmeyen, karşı tarafa açıkça ve hukuken devredilmemiş, bununla birlikte Yunanistan’ın el koyduğu, koymaya yöneldiği ada/adacıkların, hatta kayalıklar konusunun ise sonuna kadar üzerine gidilmelidir. Bu ülke uluslararası antlaşmaların verdiği hakların ilerisine geçmekte ve ülkemiz kıyısından üç deniz mili ötesindeki bütün ada vb. kendisine ait görmektedir. Geçtiğimiz dönemde Kardak’da yaşanan krizin ardındaki temel neden de budur.
Tarih gibi gelecek de cömerttir. Layık olanlara dünya liderliğini, en yüksek konumları sunar, layık olamayan ve elindekinin değerini bilemeyenlere de en vahim çöküşleri.
İşte bütün bunlardır Cumhurbaşkanı Sakelaropulu’nun Eşek adasına geçtiğimiz gün gerçekleştirdiği ziyareti izlerken kısaca aklımızdan geçenler.
Twitter (@umityardim1961)