“Kudüs kutlu bir şehirdir” (S.Karakoç, Kudüs Acısı, Sütun)
İsrail’de yeni hükümetin kuruluşu son anda aksine bir gelişme olmadığı takdirde yarın ilan edilecek. Son anda diyoruz zira koalisyon hükümeti zor pazarlıklar neticesinde kurulabildi, öyle ki yemin töreni bile bu nedenle Perşembe’den yarına ertelendi. Böylelikle ülke uzun bir siyasi kriz sonrasında yeni hükümetine kavuşmuş olacak. Yemin töreni sonrasında da görevine fiilen başlayacak. Tek partinin hükümeti kurabilmesi için gerekli olan 61 milletvekilini hiçbir parti çıkaramadığı için sonuçsuz kalan üç seçim ve 18 aylık kilitlenme akabinde kurulan yeni koalisyon hükümetinin başbakanı İsrail tarihinin en uzun süreli başbakanı ünvanına da sahip olan Likud lideri Netanyahu.Yeni hükümet aynı zamanda ülke tarihinin en geniş kabinesi ve tam 36 bakan var. Netanyahu’nun seçimlerdeki rakibi Mavi Beyaz lideri, eski genelkurmay başkanı Gantzise hem savunma bakanı hem de bir nevi yedek başbakan olarak görev yapacak ve koalisyon protokolüne göre 18 ay sonra da başbakanlığı Netanyahu’dan devralacak. Dolayısıyla yeni hükümet 18’er aylık dönüşümlü başbakanlık modeline göre düzenlenmiş oluyor. Bakanlıklar, bakan yardımcılıkları, komisyon başkanlıkları vb. de koalisyon partilerine dağıtılmış durumda. Dışişleri bakanlığını ise muhtemelen yine Gantz’ın partisinden Gabi Askanazi üstlenecek. Hükümetin tesisi için gerçek bir siyasi yetenek sergileyen ve adım adım hedeflerine giden Netanyahu son olarak kendisine yönelik suçlardan mayıs ayı içinde mahkemeye çıkarılacak olmasının, başbakanlığı için bir engel olmadığı yönündeki Yüksek Mahkeme kararıyla ciddi bir sorunu aşmış böylece yeni hükümeti kurabilme ve görevini bir 18 ay daha sürdürebilme imkanına kavuşmuştu.
Bu görünüm içinde bölgenin en kritik ve muhtemelen ciddi gerginliklerin yaşanacağı dönemlerinden biri başlıyor.
I. 20. yüzyıl Orta Doğu tarihi denilince öncelikle çatışmalar, savaşlar ve hepsinden de önemlisi siyasi entrikalar akla gelir. Bölgemiz için bütün bunlar bugün için deaynen geçerli. Bunun en son ve halen de güncel örneğini geçtiğimiz ocak ayından itibaren görmekteyiz. Burada bahsettiğimiz ABD ve İsrailarasında işbirliği içinde ve galib ihtimalle bazı Arap ülkelerinin de bilgisi, belki desteği dahilinde hazırlanan sözde Refah için Barış; Vizyon Belgesi girişimi ile İsrail seçimleri arasında eşgüdümlü bir sürecin gelişimidir.
Kısaca hatırlamak gerekirse, 1967 ve 1973 savaşları akabinde, Filistin sorununa çözüm bulunmasına yönelik çabaların önemli dönemeçlerinden bazılarını arasında; 1979 İsrail-Mısır, 1994 İsrail-Ürdün barış anlaşmaları, 1993 Oslo Anlaşması ve 1995 tarihinde Vaşington’da imzalanan İsrail-Filistin Geçici Anlaşması teşkil etmiştir. Oslo-II olarak da anılan Geçici Anlaşma ile Batı Şeria ve Gaza’da bir Filistin otonom yönetiminin belirlenmesi, anlaşmanın 5 yıl geçerli olması ve son aşamada nihai anlaşmanın imzası öngörülmüştür. Ancak bu süreçte de yıllardır kalıcı ve nihai aşamaya ulaşılamamıştır. Uluslararası düzeyde ise 1946’dan bugüne kadar yüzlerce BM Genel Kurul ve BM Güvenlik Konseyi kararı da keza nihai çözüm ve barışı sağlayamamıştır. Burada şüphesiz Güvenlik Konseyi’ndeki veto yetkisinin belirleyici olduğunu da bilmeliyiz.
Türkiye, asırlarca birlikte yaşadığı bölgeyle ilgisini zaman zaman ciddi iniş çıkışlar yaşansa da, kesmemiş, Filistin’le 1975’den bu yana resmi ilişkiler içinde bulunmuş, 1988 yılında da sürgündeki Filistin devletini ilk tanıyan ülkelerden olmuştur. Türkiye Filistin-İsrail ihtilafında ilgili BM kararları (242, 338, 1397 ve 1515) esasında iki devletli, 1967 sınırları içinde başkenti D.Kudüs olacak bağımsız bir Filistin’in kuruluşunu desteklemektedir. Bu tutum genelde uluslararası sistemin de öngördüğü bir yaklaşımdır. Yine uluslararası düzeyde de kararlılıkla Filistin’in yanında olan Türkiye Eylül 2011’de BM Genel Kurulu’nda “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü almasını desteklemiş, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Davutoğlu oturuma bizzat katılarak destek konuşması da yapmıştır. Son orta doğu gelişmeleri üzerine, ülkemizin önde gelen siyasi partileri de İstanbul’da 9 Şubat 2020 günü büyük bir mitingle plana tepkilerini ortaya koydular. Buna mukabil bazı partilerse alanlarda bulunmamayı tercih ettiler. Herhalde günün birinde nedenlerini açıklayacaklardır.
ABD yönetimleri ise veto kartını da kullanarak İsrail’e desteklerini her zaman göstermişlerse de Başkan Trump iktidarı bu kararlılığın en ileri düzeylere çıktığı dönemlerden biri olmaktadır. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Vaşington’daki FKÖ bürolarını kapatması, uluslararası kuruluşlarda Filistin’e desteğini kesmesi, 1981’de ilhak ettiği Golan tepelerinde İsrail egemenliğini tanıması, önceki yıl Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıması bunlardan bazılarıdır.
II. Orta Doğu’da gerginliklerin ve iç çatışmaların hakim olduğu, bölge ülkelerinin iç sorunlarının azami boyutlara ulaştığı, birbirleriyle ilişkilerinin ise belki tarihin gördüğü en kötü ve yıkıcı düzeylerde seyrettiği, neredeyse herkesin herkesle savaştığı, öte yandan malum nedenlerle Türkiye’nin bölge ülkelerinin ve küresel sistemin bazı önemli aktörlerinin bir kısmıyla ilişkilerinin ciddi kriz ve sorunlarla yüz yüze bulunduğu, bunların da Filistin/Kudüs gibi sadece bölgesel değil küresel önemi haiz bir meselede çözüm ve arabuluculuk zeminimizi neredeyse hiç bırakmadığı, diğer taraftan ABD ve İsrail’de gerek liderlerin azil, gerek seçim süreçlerinin yaşandığı bir dönemde; ABD’nin Yüzyılın Anlaşması olarak tanımladığı Yeni Orta Doğu Planı’nın, 28 Ocak 2020 günü Vaşington’da “Asrın Anlaşması / Refah İçin Barış; Vizyon Belgesi” adıyla açıklandığı hatırlanacaktır.
Bir bakıma söz konusu plan; hazırlayıcıları bakımından bahsettiğimiz bölgesel gelişmeler itibariyle son derece uygun bir döneme de denk getirilmiştir.
Bu plana ülkemizden hatta bölgeden ilk tepki GP Genel Başkanı Davutoğlu’nun “ABD ve İsrail’in Filistinlilere ve Müslümanlara danışmadan hazırladığı, bölgede barışın değil gerilim ve savaşın tohumlarını eken bu sözde planın asla kabul edilmeyeceği, Mescid-i Aksa’sız bir Kudüs, Kudüs’süz bir Filistin anlayışı üzerine barışın tesis olunamayacağı” hususlarını vurgulayan açıklaması olmuştur.
Buna mukabil, genel anlamda bölge ülkelerinden, uluslararası kamuoyundan radikal tepkilerin gelmediğinin belirtilmesi yararlı olacaktır. Üstelik, Başkan Trump’ın bazı ifadelerinden, bu süreçte, Ürdün, Umman, BAE ve Bahreyn’in bilgi sahibi olduğu da anlaşılmaktadır.
Planın tanıtımı amacıyla Beyaz Saray’da düzenlenen toplantıda, o zaman henüz siyasi rakipler olan ve yeni hükümeti kurmak için (mart ayındaki) seçimlerde yarışan Netanyahu ile rakibi Gantz’ın da hazır bulunmaları ve planı Filistin tarafıyla müzakerelerde bir çerçeve zemini olarak onayladıklarını bildirmeleri ise adeta bugünlerin habercisi olmuştur.Başkan Trump’ın emsalsiz bir mağruriyet içinde, İslam dünyasına güya “1948’de tanımak yerine saldırdığı İsrail’i tanıma ve böylece tarihi yanlışını düzeltme zamanının geldiği” çağrısında bulunduğu sözde “Refah İçin Barış Planı; Vizyon Belgesi” neleri öngörmektedir kısaca bir kez daha hatırlayalım.
Adeta bir apartheid, dini, etnik, sosyal, kültürel temizlik, yok ediş anlayışındaki plan kendine göre 2 devlet tanımıyla, ancak temelde İsrail’in menfaatleri, uzun vadeli stratejik çıkarları odaklı hazırlanmış, Filistin’i silerek orta doğu için topyekun yıkıcı bir harita mühendisliği yapanbir siyaset çalışmasıdır.
Bu plana dayalı bir İsrail-Filistin Anlaşması yapılması öngörülmektedir. Bu Anlaşmanın müzakereleri sürecinde, taraflar bazı adımlardan sakınacaklar, örneğin, İsrail,(güya) yeni yerleşim yerleri inşa etmeyecek, Filistin de İsrail’in mutabakatı olmaksızın herhangi bir uluslararası örgüte katılma girişiminde bulunmayacaktır. ABD ise ülkesindeki FKÖ Bürosunun yeniden açılması, Batı Şeria ve Gazze’ye yardımlarının yeniden başlaması yönünde mümkün olan adımları atacaktır.
Vizyon Belgesinin, Siyasi ve Ekonomik iki temel boyutu bulunmaktadır. Bu iki boyut iç içe de geçmiştir, biri olmadan diğeri olmayacaktır. Başkan Abbas’ın Filistin’in satılık olmadığı söylemi de bir bakıma buradan kaynaklanmaktadır.
Siyasi boyuttan bakıldığında İsrail’in başkenti bölünmemiş Kudüs olacaktır. Bunda en ufak bir tereddüt yoktur. Dolayısıyla Kudüs topyekun elden çıkmaktadır. Müstakbel Filistin Devleti’nin başkenti ise; Doğu Kudüs’de İsrail güvenlik bölgesinin dışındaki bölgede, Arapların yaşadığı KafrAkab, Abu Dis gibi mahallelerle sınırlıkalacaktır. İsterse el Kuds ismini alabilecektir. Nihai İsrail-Filistin Barış Anlaşması sonrası ABD, el Kudüs’de de Büyükelçilik açacaktır. M.Aksa, H.Şerif ve diğer kutsal yerler de İsrail’de kalacaktır. Harem-i Şerif’in bugünkü statükosunun korunması dahil, Kudüs’deki kutsal yerlere dair mevcut idare ve yönetim düzeni aynen sürecektir. Barış Anlaşmasıyla birlikte de taraflar karşılıklı olarak birbirlerini tanıyacaklardır.
Filistin toprakları içinde yer alan mevcut Yahudi yerleşimlerinin meşruluk kazanması, İsrail’e bağlanması sağlanacaktır. (15 yerleşim-B.Şeria’da 400 bin civarında Yahudi nüfus) İsrail, böylelikle, Ürdün Vadisi’ne ilaveten Batı Şeria’nın da yaklaşık % 20’sini kontrol edecektir. İsrail ordusu bu birimlere girebilecek, ulaşabilecektir. Bölgenin bütün sınırları da İsrail tarafından kontrol edilecektir. İsrail; Ürdün vadisinden Akdeniz’e kadar bütün bölge güvenliğini sağlayacaktır. Lut gölünden Akdeniz’e fiiliyatta tek bir devlet olacak, Filistinli nüfus ise aralara serpiştirilecektir.
Filistin devletinin hemen tanınması gibi bir durum ise sözkonusu olmayacak, sadece buna gidebilecek sürecin belki önü açılabilecektir. Bu amaçla, 4 yıl içinde, Filistin tarafının bağımsız(!) bir devlet haline gelebilmesi için bu Vizyon Belgesiyle öngörülen planı kabul ve onay, Hamas, İslami Cihad vb. grupların terörünü red, terörle mücadele, mali destek kanallarının engellenmesi, eğitim materyalleri ve kitaplardan İsrail aleyhtarı ifadelerin temizlenmesi, anayasal bir sistem içinde yönetim, iki devletli modele geçiş sürecinin İsrail’e herhangi bir güvenlik riski getirmemesi vb. gibi sayısız şartları bütünüyle yerine getirmesi beklenmektedir.
İsrail’in karasularındaki egemenliği sürecektir. İleride Filistin tarafına deniz kullanımıyla ilgili bazı mütevazi imkanlar tanınabilecektir. Gazze tamamen askersizleştirilecektir. Gazze’nin yönetiminde Hamas tamamen devre dışı bırakılacaktır. İsrail’le ateşkes yapmadan ve Gazze tamamen askersizleştirilmeden Gazze halkının durumunda herhangi bir iyileşme olmayacaktır. Bütün bu şartlar sağlanmadan da İsrail, Barış Anlaşmasındaki yükümlülüklerini yerine getirmeyecektir.
Dış tehditlerden İsrail sorumlu olacak, Filistin askersizleştirilecektir. Askeri yetenek geliştiremeyecektir.
b.Ekonomik boyutunda ise ABD, bu planın ana hatlarını esasen geçen Haziran ayında Bahreyn-Manama’da “Refah İçin Barış; Filistin Halkı İçin Yeni Vizyon” adıyla açıklamıştır. Özetle 50 milyar dolarlık bir ekonomik planın devreye girmesi söz konusudur. Ancak Filistin devletinin bağımsızlığının, egemenliğinin yitirilmesi karşılığında ve de Mısır, Lübnan, Ürdün gibi ülkelerle işbirliği içinde tabiî ki.
ABD’nin sözde “Orta Doğu Barış Planı” hali hazırda büyük istikrarsızlık, huzursuzluk ve çatışmalar içindeki bölgemizi daha da sarsacak, yeni gerilim ortamı doğuracaktır. Bütün ilgili BM kararları anlamını yitirecektir. Yapıcı siyasi yaklaşımlar yerine son yıllardır tek taraflı adımlar atan ABD bu son kararıyla BM, İslam İşbirliği Teşkilatı başta olmakla uluslararası kuruluşların kararlarını sadece ihlal değil tamamen yok saymış, yeni bir kriz, gerginlik ve çatışma, yıkım döneminin de önünü açmıştır. Farklı kesimlerden Filistinli yetkililer, daha ilk günden, Trump yönetiminin bu girişimine sert tepki vermişler, planı asrın komplosu, İsrail’in işgalini daimi kılma girişimi olarak nitelemişlerdir. Bununla birlikte, ne yazık ki, bölgedeki tepkilerin cılız kaldığı, bu kadar önemli bir mesele etrafında bile ortak bir cephe oluşturulamadığı görülmektedir.
Bütün bu gelişmeler olurken toprakların asıl sahibi Filistin tarafının görüşlerinin pek önem taşımayacağı, Filistinlilerin süreçte pek de muhatap alınmayacağı, ABD-İsrail ikilisinin uzun süredir hazırladıkları planı yürürlüğe sokma adımlarını tek taraflı başlatabileceği yönünde İsrail basınında işlenen söylemler de bölgede yaklaşmakta olan tehlikeli gelişmelerin habercisi olmaktadır.
Öte yandan İsrail’in asırlardır değişmeyen hedefleri hatırlandığında, bu planın içerdiği unsurların aslında pek şaşırtıcı olmaması da gerekir. Belgenin de zaten bu anlayışla hazırlandığı şüphesizdir. 1980 tarihli “Bölünmez Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ilan eden Parlamento Temel Yasası” bunlardan biridir. Oslo Anlaşmalarının mimarlarından eski Başbakan İsak Rabin, 1994’de bir parlamento konuşmasında bölünmemiş Kudüs’ün başkent olacağını, B. Şeria’nın Yahudi nüfuslu yerleşim birimleri ile Ürdün vadisinin İsraille birleşeceğini, öte yandan B.Şeria’nın geri kalan bölümleriyle Gaza’nın Filistin yönetimine verileceğini daha o zamanlarda söylüyordu. Sonuçta, bu planla kurulması öngörülen Filistin sadece kağıtta kalan bir yapı olacaktır. Bağımsız egemen bir devletten sözedilemeyecektir. İsrail’e ise bölgenin en güçlü ülkesi olabilme kapıları açılmakta, buna giden yolun taşları döşenmektedir. Yine bu anlayışla İsrail liderliğinde, bazı Arap ülkelerinin dahil olacağı bir Pakt oluşturulması senaryoları da hazırlanmaktadır.
III.İşte son olarak İsrail’de yarın kuruluşunun açıklanması beklenen yeni koalisyon hükümetiyle birlikte bu planın uygulamaya konulması sürecinin de başlamasından endişe edilmelidir. B.Şeria’ya yönelik ilk adımlar bunun başlangıcı olabilecektir. Nitekim daha birkaç gün önce ABD dışişleri bakanı Pompeo İsrail’i ziyaret etmiş, çeşitli temaslarda bulunmuştur. Bu görüşmelerde Batı Şeria’yı ilhak konusunun daele alındığından hiçbir şüphe duyulmamalıdır. Üstelik Netanyahu da yeni hükümetin teşkilinin planın hayata geçirilmesi için bir fırsat vereceğini de açıkça dile getirmiştir.
Hükümeti kuran Likud-Mavi Beyaz koalisyon protokolünde ilhakla ilgili bir madde bulunmamakla birlikte bu yönde güçlü bir siyasi iradenin mevcut olduğu da muhakkaktır. Protokolde “Yahudi halkın tarihi topraklarında egemen bir devlet hakkının bulunduğu, hükümetin bu amaca yönelik barış, güvenlik ve refah adımlarını atacağının” belirtilmesi de bizce bu iradenin yansımalarından biridir.
Bölgemiz bu gelişmelerle birlikte yeni, kritik ve hassas bir döneme girmektedir. Ne yazık ki bölgenin parçalanmış durumu, iç siyasi istikrarsızlıklar, bölge ülkelerinin Filistin ve Kudüs’ün geleceği gibi geri dönüşü mümkün olmayan meselelere odaklanmak yerine Libya’dan Yemen’e, Suriye’den Irak’a heryerde birbirleriyle çatışma içinde bulunmaları da ABD-İsrail planlarına bulamadıkları kadar elverişli bir zemin sunmaktadır. Bölgede sağlıklı işleyen bir gücün, istikrar/barış yapısının bulunmayışı da buna katkı sunmaktadır. İİT ise zaten bu görevi üstlenebilecek konum ve güçte değildir. Belki acil bir zirve yaparak görüntü vermekle yetinecektir maalesef.
Türkiye’nin bölgeyle bağlarının derinliği, tarihi kökenleri, liderlik yeteneği, halkımızın meseleyi sahiplenişi göz önüne alındığında belkibu çapta bir rolü üstlenebilecek tek ülkeyken, yukarıda işaret ettiğimiz gibi başta ABD’yle olmakla önemli aktörlerle ilişkilerinin mevcut durumu maalesef buna imkan vermemektedir. Bu süreçte Türkiye’nin değerlendirmelerinin, tepkilerinin sorulduğunu, dikkate alındığını bile düşünmüyoruz. Gerçi Türkiye, “Kudüs’ün kırmızı çizgisi olduğunu, İsrail’in işgal ve zulmünü meşrulaştırmaya yönelik adımlara izin vermeyeceğini” açıklamışsa da, gerginlik sahasının ve yukarıda bahsettiğimiz siyasi zeminin gerçekleri ışığında bu tutumunu hangi kanallardan somutlaştıracağını bilemiyoruz. Bu tabloya bir de önümüzdeki sonbaharda ABD’de seçimlerin yapılacağı eklendiğinde, şimdilik rakibi Biden’in gerisinde kalan Trump’ın muhtemelen Plan kartını kullanmak isteyecek olması da kritik önem taşıyacaktır. Önümüzdeki aylarda bölgemizi her yönden kavurucu bir siyasi ortam beklemektedir.
Bölge ülkelerinin bu hayati gelişmelere karşı aralarındaki ihtilafları bir süreliğine bile olsa askıya alarak ortak bir zeminde buluşabilmeleri, BM Güvenlik Konseyi’ndeki konumlarının hakkını vermeleri gereken Rusya, Çin başta uluslararası güçlerin de plana destekten başka bir anlam ifade etmeyen sessizliklerini bozarak açık tutumlar sergilemeleri, AB gibi önemli örgütlerin dün yaptıkları toplantı gibi dikkatlerini bölge gelişmeleri üzerinde odaklamaları ve aktörlere gerekli telkinlerde bulunmaları ihtiyacı en çok bugünlerde kendini htirmektedir. Öte yandan geçtiğimiz ocak ayından itibaren bugünlerin yaşanacağı aslında zaten belli olduğundan İslam ülkeleri arasında bir aksiyon stratejisi geliştirilip geliştirilmediğini, hazırlıklar yapılıp yapılmadığını ise maalesef bilemiyoruz.
Kudüs kutlu bir şehirdir. Kudüs giderse gözler başka şehirlerimize çevrilecektir. Bu bilinç olduğu müddetçe de özgür bir Filistin ve Kudüs’den umudumuzu asla yitirmiyoruz.