( (
Ümit Yardım
Köşe Yazarı
Ümit Yardım
 

Dış Politika’da Zor Dönem, Zor Meseleler...

Türk dış politikasının  içinde bulunduğu durum, sadece son yılların değil, muhtemelen genel   Cumhuriyet dönemi itibariyle de  en zorlu, ağır  ve sorunlu  dönemlerinden birisini teşkil ediyor.  Dağılan bir imparatorluğun ağır mirasını üstlenmiş bulunmanın  ve yeni bir Cumhuriyet olmanın doğal sonuçlarının da etkisiyle neredeyse   bir yüzyıla yakındır dış politikada sorunsuz ve sıkıntısız  bir dönemimiz  aslında hiç olmadı.  İki dünya savaşının öncesi ve sonrası, soğuk savaşın tam anlamıyla soğuk ortamı, bunun  sonrasındaki    yeni, dengeli ve sağlıkla bir  uluslararası düzenin henüz tam anlamıyla oluşmamışlığının da  sonucu olarak görülen çatlak ve patlamalar,  ikili, bölgesel sorunlar, gerginlikler vb. Türk dış politikasını doğrudan etkileyen siyasi ortam ve faktörlerin sadece bazıları.   İçinden geçmekte olduğumuz  zor dönem de bunlardan biri. Hatta en ağırları arasında bile görülebilir. Yakın çevremizdeki gelişmelerin karmaşık, çoğu kez öngörülemeyen ve çok boyutlu mahiyeti, bunlara uygun ve gerekli  cevabı  verebilme yeteneğinin çoğu kez gösterilemeyişi ve bunlara bakışın, bırakalım  stratejik yaklaşımları,    neredeyse sadece günlük tepkilerle sınırlı olması  vb. bütün bu tablonun ağırlığını  artıyor, daha da vahim ve kritik  hale getiriyor.  Bu değerlendirmelerimizi destekleyecek konu ve sorun başlıkları  ise fazlasıyla mevcut. Sadece son bir haftalık   zaman diliminde  yaşananlar bile bunu anlayabilmek  için yeterli.  *Doğu Akdeniz gelişmeleri bunların başında geliyor. Geçtiğimiz yaz ayları boyunca  ülkemizin ve bütün bölgenin gündeminde ilk sırada yerbulan, hatta taraflararasında çatışma riski senaryolarının bile konuşulduğu bir boyuta taşınan  D.Akdeniz krizinin adeta biranda gündemden kaybolması dikkat çekici değil mi. Beklenildiği üzere ,  NATO Genel Sekreteri’nin de  devreye girmesiyle birlikte deniz sahasındaki  gerginliklerin  yerini diplomasi sürecinin neler getirebileceğine ilişkin tartışmalar aldı. Öte yandan, bugüne kadar 60 tur  yapılan Türkiye-Yunanistan (istikşafi) görüşmelerinden kalıcı,uzun vadeli   ve istikrarlı çözümler çıkabileceğine pek de inanmayanlardan olduğumuzu  bu vesileyle söylemeliyiz.Üstelik görüşmeler başlarsa gündemin hangi maddelerden oluşacağı üzerinde uzlaşının bile zor olacağı anlaşılıyor. Türkiye için bütün ikili sorunlar  görüşülmeli. Yunanistan’a göre de ele alınabilecek tek mesele deniz yetki alanları konusu.  Daha ilk aşamada ciddi bir yöntem sorunu mevcut. Her halukarda bu tür  krizlerin aşılabilmesi için diplomasi   tek seçenek ve iki ülke başta olmakla bütün bölge ülkelerinin bu sorunların halının altına süprülmesiyle yaşayamayacağı, zira bunların heran patlama riski taşıdığı da son gelişmelerle birkez daha  anlaşılmış oldu.    Bununla birlikte, bu krizin  bıraktığı derin izlerden birisi de Avrupa Parlamentosu’nun  geçtiğimiz haftalarda  601 oyla aldığı, Doğu Akdeniz gelişmeleri konusunda Türkiye’yi ağır şekilde suçlayan  kararı oldu. Bu tür kararlar anlamsız değil ve bizce her zaman sağlıklı bir şekilde değerlendirilmeli, ona göre de stratejiler geliştirilmeli. Herşeyden önce AP bütün AB üyelerinden seçilen milletvekillerinden oluşuyor ve bu güçlü yapının  AB adayı bir ülkeye nasıl baktığı  hafife alınacak ve populist tepkilerle geçiştirilecek bir konu değil.    Buradan da hareketle önümüzdeki dönem Türkiye-AB ilişkilerinin zor bir dönemden geçeceğini, bu ilişkilerin yakın/ orta dönemde toparlanabilme emarelerini ise  pek göremediğimizi vurgulamalıyız.  Yine aynı şekilde 1/ 2 ekim 2020 günlerinde,  esas gündem maddesini  Türkiye’nin teşkil ettiği Avrupa Konseyi Liderler Özel Zirvesi kararlarının  mahiyeti Türkiye- AB ilişkilerinin geleceğinin ne zorlu ve engebeli, hatta çıkmaz sokaklarla örülü olduğunu  ortaya seren son örneklerden biri oldu.  Bu tür kararları sadece üye Yunanistan‘a destek beyanı olarak görmek de artık  mümkün değil. Taraflar, yani onyılların aday ülkesi Türkiye ile  Brüksel arasında   sistematik ve stratejik yarılmalar var ve bunların aşılması yukarıda da belirttiğimiz gibi kolay olmayacak.    Avrupa ile son dönemde en kritik düzeylere çıkan gergin ilişkilerin son örneğini ise Avrupa Komisyonu’nun  6 ekim günü açıkladığı  2020 yılı Genişleme Strateji Belgesi ve  Türkiye  Ülke Raporu teşkil etti. Dış politikadan iç politikaya, ekonomiden adalet sistemine her boyutta AB’nin Türkiye’ye eleştirel bakışını ortaya koyan bu  tür  raporlar Ankara-Brüksel ilişkilerinin  AB penceresinden nasıl görüldüğünün anlaşılabilmesi   için önemli referanslardan biri oluyor. Son raporda  Türkiye’nin güya  D.Akdeniz’de illegal faaliyetlerde bulunduğu ve bunların da gerginliği artırdığı,  AB üyelerinin egemen haklarına saygı duyulması gerektiği vb. tarzında tek taraflı ve önyargılı iddiaların  da yeraldığını hatırlatalım.   *Azerbaycan ile  Ermenistan arasında 27 eylül sabahı yeniden  başlayan çatışmalar savaş düzeyine erişti ve   bölgede son 30 yıldır  donmuş statü  adeta çözülerek yepyeni bir dönem de başlamış oldu. Kamuoyu ve halkımız yoğun bir ilgiyle günbegün gelişmeleri izliyor. Bugüne kadarki sonuçları itibariyle çatışmaların Ermenistan’a maliyetinin çok ağır olduğu, bu kaybın milyarlarca dolar ve stratejik döviz rezervlerinin kaybıyla  ölçülebileceği,  savunma bütçesinin, askeri altyapısının  sarsıldığı çeşitli kaynaklardan anlaşılıyor. Yukarı Karabağ ve mücavir 7 bölgenin tarihi/siyasi durumuna ilişkin analizlerimizi esasen 12 temmuz tarihli bir yazımızla yine Enpolitik’de paylaşmıştık. O günden bugüne en önemli gelişmelerden biri sahada işgal altındaki sözkonusu 7 bölgeden Cebrail ile bazı yerleşimlerin işgalden kurtarılması oldu.   Moskova ilk günlerdeki sessizliğine karşın son dönemde, esasen  hiç de şaşırmadığımız gibi,  etkin aktör konumunu tekrar üstlenerek Moskova’da üç ülke dışişleri bakanları toplantısından geçici bir ateşkes kararının çıkarılmasına aracı oldu. Rusya için Kafkaslar, en başta da siyasi, askeri vb. her yönden koruyucusu olduğu  Ermenistan hiçbir zaman vazgeçilebilir bir ülke olmayacaktır. Burada birkez daha Putin’in stratejik yaklaşımını hatırlamakta yarar var.  Rusya’nın sınırlarının bittiği bir yer yoktur, bizim sınırlarımız yoktur.Gidebildiğimiz kadar gideriz. Dolayısıyla son dönemde konuyla ilgili olarak sürekli tekrarlanan  Moskova’nın güya  Paşinyan iktidarını cezalandırdığı  değerlendirmesi çok oturaklı bir analiz değil. Moskova, şayet Erivan iktidarına bir ders  verecekse bunu Azerbaycan’la savaşının  teşvik etmek dışında birçok farklı yöntemle ve kolaylıkla yapabilir.    Türkiye bakımından durum son derece ilginç. Her ne kadar Azerbaycan’ın yanında her türlü imkanla saf tutması her yönden doğru, gerekli  ve gerçekçi  ise de, dış dünyadan bakıldığında bu tutumu nedeniyle adeta Azerbaycan’dan daha çok Türkiye’nin çeşitli çevrelerin hedefinde olduğunu izliyoruz. Erivan yönetimi bile neredeyse en başta  Türkiye’yi hedef alıyor.  Bu durumun çokça nedeni var. Birisi de ülkemizde uluslararası düzeyde yetişmiş, kendini tanıtmış ve kabul görmüş uzmanların, akademisyenlerin  bulunmayışı. En yakınımızdaki bölge olan Kafkasya konusunda bile durum farklı değil ve son gelişmelerle ilgili birçok faaliyet, toplantı, sosyal medya vb. ortamında Türkiye ana konulardan biri olduğu halde genelde ülkemizden hiçbir veya çok az  davetli oluyor ve görüşlerimiz de gündeme getirilmiyor, Türkiye dışarıdan yargılanıyor. Aslında her akşam TV’lerimizde gördüğümüz uzmanları bu faaliyetlerine davet etmeliler değil mi !     Son gelişmeler çerçevesinde Nahçıvan’ın konum ve statüsü bu tablo içinde  önemli. Dikkatle izlenmesi de  gerekiyor. Bölgeye  yönelik bir askeri hareketlenme  gerginliği  çok farklı mecralara sürükleyecektir.  Herşeyden önce, SSCB ile TBMM hükümeti arasında 16 mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova   Anlaşması göre Nahçıvan’ın muhtar statüsü  gelecekte üçüncü bir devletin lehine kendi uluslararası yasal yükümlülüklerinden vazgeçemeyecek şekilde  Azerbaycan’ın himayesi altında bir bölge olarak kabul edilmiştir.  Türkiye bu anlamda garantördür. Dolayısıyla Nahçıvan’a yapılabilecek bir hücumun Türkiye’ye yönelik olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu bakımdan Nahçıvan ile Türkiye’nin ilişkileri ve işbirliği her zaman çok ileri düzeyde olmuştur. Sonuçta;  yukarıda da belirttiğimiz gibi Rusya duruma el koymuş  ve ateşkesin ve (gerçekleşebilirse) müzakerelerin önünün tekrar açılmasını sağlamıştır.  Adeta bölgenin patron olduğunu da ilan etmiştir. Türkiye’nin bu diplomasi sürecinin dışında kalması,  her ne kadar askeri cihetle çok önemli bir aktör olsa bile siyasi / diplomatik ölçekte  Moskova’yı zorlayamadığını da gösteriyor.  *Ülkemiz iktidarını  bilemeyiz ama halkımızı çok yakından ilgilendiren ve büyük hassasiyet duyduğu, Çin’in D.Türkistan’daki  ihlal ve baskıları kesintisiz devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi'ne üye 22 ülke, Çin'in Sincan Uygur Bölgesi'ndeki Uygur Türklerine ve diğer akraba topluluklara  yönelik muamelesini eleştiren ve kitlesel gözaltıların  durdurulması çağrısında bulunan bir mektup imzalamış ancak Türkiye imzacılar arasında yeralmamıştı.        Bu yıl da, yine BM III.Komite genel oturumunda  39  ülke Çin’in D. Türkistan, Tibet ve H.Kong’daki ağır insan hakları ihlallerini kınayan ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri dahil gözlemcilerin  Çin’e serbestçe girerek  incelemelerde bulunabilmeleri  talep eden bir ortak mektubu 6 ekim’de imzalamışlardır. Ve ne yazık ki  imzacı ülkeler arasında Türkiye yine yeralmamıştır. Her ne kadar Türkiye bu konuda ulusal beyanda bulunduysa da tepkilerinin güçlü ve olması gerektiği ölçüde olmadığını düşünüyoruz. Buna karşı Çin’in mezalim politikalarını savunma görevini bu yıl Küba’ya düştü ve Çin’i adeta iyilik meleği ilan edercesine beyanlarda bulundu. Bu görevi geçtiğimiz yıl ise, bugünlerde halkının demokrasi ve özgürlük talebine kulaklarını tıkayan Belarus üstlenmişti. Türkiye’nin Çin ile ilişkilerini  önemli  görmesi normal. Ama yıllık 200 milyar avro civarında ticaret hacmine sahip Almanya  Uygurların insan hakları konusunda Çin’e karşı 38 ülkeye öncülük yapabilirken, Türkiye de  kardeş Uygurlar ve diğer akraba toplulukların  maruz kaldıkları büyük mezalime karşı daha girişken ve cesur olmalı, bazı  uluslararası çevrelerde zaman zaman ileri sürülen Çin’in Türkiye’nin sessizliğini mi sağladığı tarzında ima ve iddiaların doğru olmadığını söylem ve eylemleriyle açıkça ortaya koymalı.      *ABD’de birkaç hafta sonra, 3 kasım’da yapılacak Başkanlık seçimlerinin sonucu  Türk dış politikası bakımından önemli sınamaları da beraberinde getirecek. Cumhuriyetçi Trump tekrar seçilse de, Demokrat Biden yeni başkan olsa da bu durum değişmeyecek. ABD ile ilişkiler yepyeni stratejik anlayış ve vizyonla baştan sona yeniden ele alınmadıkça, kimin Başkan olacağı şüphesiz önemli olsa da,  sorunların ağırlığı karşısında nisbeten daha geri planda kalıyor.  Trump’ın yerine Biden’in seçilmesi bir takım farklı meseleleri de gündeme getirecek ve Trump yönetimi de  en başta ülkemize yönelik hakaretleriyle tarihteki yerini alacak. Bu anlamda, Başkan Trump’ın son hamlesi, 8 ekim 2020’de  imzaladığı Başkanlık kararıyla ‘’Türkiye’nin Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik harekatlar  düzenleme eylemlerinin  Irak ve Suriye’de radikallerle mücadeleye zarar verdiği, sivilleri tehlikeye attığı ve bölgede barış, istikrar ve güvenlik çabalarına zarar verdiği ve bütün bu nedenlerle de  ABD’ nin ulusal güvenlik ve dış politikasına olağanüstü tehdit teşkil ettiği” gerekçesiyle  ulusal acil durum uygulamasını bir yıl daha uzatması oldu.Ülke yönetimimizin bu konudaki tepkisini ise henüz göremedik. Sadece komşularımız veya bölgemizdeki gelişme ve  sorunlar değil, neredeyse küresel ölçekli meseleler de  doğrudan veya dolaylı şekilde artık Türkiye’yi etkiliyor. Bu sorunların aşılması, yıkıcı etkileri ve sonuçlarından kaçınılabilmesi ve karşı hamlelerle Türkiye’nin bölgesinde ve uluslararası sistemde layık olduğu  yeri alabilmesi için de  her zamankinden çok daha fazla büyük devlet adamlığı, vizyon ve  strateji ihtiyacımız bunuyor. Bütün bunların da rasyonel, istikrarlı ve hedefleri iyi tespit edilmiş bir   diplomasiyi harekete geçirmesi gerekiyor. Dış politikada güzel bir gelecek ancak bütün bunlarla mümkün olabilecek.  Ve bu güzel geleceğe ülkemizin hak ettiğine, er geç de kavuşacağına şüphesiz inanıyoruz.     
Ekleme Tarihi: 11 Ekim 2020 - Pazar
Ümit Yardım

Dış Politika’da Zor Dönem, Zor Meseleler...

Türk dış politikasının  içinde bulunduğu durum, sadece son yılların değil, muhtemelen genel   Cumhuriyet dönemi itibariyle de  en zorlu, ağır  ve sorunlu  dönemlerinden birisini teşkil ediyor.  Dağılan bir imparatorluğun ağır mirasını üstlenmiş bulunmanın  ve yeni bir Cumhuriyet olmanın doğal sonuçlarının da etkisiyle neredeyse   bir yüzyıla yakındır dış politikada sorunsuz ve sıkıntısız  bir dönemimiz  aslında hiç olmadı.  İki dünya savaşının öncesi ve sonrası, soğuk savaşın tam anlamıyla soğuk ortamı, bunun  sonrasındaki    yeni, dengeli ve sağlıkla bir  uluslararası düzenin henüz tam anlamıyla oluşmamışlığının da  sonucu olarak görülen çatlak ve patlamalar,  ikili, bölgesel sorunlar, gerginlikler vb. Türk dış politikasını doğrudan etkileyen siyasi ortam ve faktörlerin sadece bazıları.  


İçinden geçmekte olduğumuz  zor dönem de bunlardan biri. Hatta en ağırları arasında bile görülebilir. Yakın çevremizdeki gelişmelerin karmaşık, çoğu kez öngörülemeyen ve çok boyutlu mahiyeti, bunlara uygun ve gerekli  cevabı  verebilme yeteneğinin çoğu kez gösterilemeyişi ve bunlara bakışın, bırakalım  stratejik yaklaşımları,    neredeyse sadece günlük tepkilerle sınırlı olması  vb. bütün bu tablonun ağırlığını  artıyor, daha da vahim ve kritik  hale getiriyor. 


Bu değerlendirmelerimizi destekleyecek konu ve sorun başlıkları  ise fazlasıyla mevcut. Sadece son bir haftalık   zaman diliminde  yaşananlar bile bunu anlayabilmek  için yeterli. 


*Doğu Akdeniz gelişmeleri bunların başında geliyor. Geçtiğimiz yaz ayları boyunca  ülkemizin ve bütün bölgenin gündeminde ilk sırada yerbulan, hatta taraflararasında çatışma riski senaryolarının bile konuşulduğu bir boyuta taşınan  D.Akdeniz krizinin adeta biranda gündemden kaybolması dikkat çekici değil mi. Beklenildiği üzere ,  NATO Genel Sekreteri’nin de  devreye girmesiyle birlikte deniz sahasındaki  gerginliklerin  yerini diplomasi sürecinin neler getirebileceğine ilişkin tartışmalar aldı. Öte yandan, bugüne kadar 60 tur  yapılan Türkiye-Yunanistan (istikşafi) görüşmelerinden kalıcı,uzun vadeli   ve istikrarlı çözümler çıkabileceğine pek de inanmayanlardan olduğumuzu  bu vesileyle söylemeliyiz.Üstelik görüşmeler başlarsa gündemin hangi maddelerden oluşacağı üzerinde uzlaşının bile zor olacağı anlaşılıyor. Türkiye için bütün ikili sorunlar  görüşülmeli. Yunanistan’a göre de ele alınabilecek tek mesele deniz yetki alanları konusu.  Daha ilk aşamada ciddi bir yöntem sorunu mevcut. Her halukarda bu tür  krizlerin aşılabilmesi için diplomasi   tek seçenek ve iki ülke başta olmakla bütün bölge ülkelerinin bu sorunların halının altına süprülmesiyle yaşayamayacağı, zira bunların heran patlama riski taşıdığı da son gelişmelerle birkez daha  anlaşılmış oldu.   


Bununla birlikte, bu krizin  bıraktığı derin izlerden birisi de Avrupa Parlamentosu’nun  geçtiğimiz haftalarda  601 oyla aldığı, Doğu Akdeniz gelişmeleri konusunda Türkiye’yi ağır şekilde suçlayan  kararı oldu. Bu tür kararlar anlamsız değil ve bizce her zaman sağlıklı bir şekilde değerlendirilmeli, ona göre de stratejiler geliştirilmeli. Herşeyden önce AP bütün AB üyelerinden seçilen milletvekillerinden oluşuyor ve bu güçlü yapının  AB adayı bir ülkeye nasıl baktığı  hafife alınacak ve populist tepkilerle geçiştirilecek bir konu değil.    Buradan da hareketle önümüzdeki dönem Türkiye-AB ilişkilerinin zor bir dönemden geçeceğini, bu ilişkilerin yakın/ orta dönemde toparlanabilme emarelerini ise  pek göremediğimizi vurgulamalıyız. 


Yine aynı şekilde 1/ 2 ekim 2020 günlerinde,  esas gündem maddesini  Türkiye’nin teşkil ettiği Avrupa Konseyi Liderler Özel Zirvesi kararlarının  mahiyeti Türkiye- AB ilişkilerinin geleceğinin ne zorlu ve engebeli, hatta çıkmaz sokaklarla örülü olduğunu  ortaya seren son örneklerden biri oldu.  Bu tür kararları sadece üye Yunanistan‘a destek beyanı olarak görmek de artık  mümkün değil. Taraflar, yani onyılların aday ülkesi Türkiye ile  Brüksel arasında   sistematik ve stratejik yarılmalar var ve bunların aşılması yukarıda da belirttiğimiz gibi kolay olmayacak.   


Avrupa ile son dönemde en kritik düzeylere çıkan gergin ilişkilerin son örneğini ise Avrupa Komisyonu’nun  6 ekim günü açıkladığı  2020 yılı Genişleme Strateji Belgesi ve  Türkiye  Ülke Raporu teşkil etti. Dış politikadan iç politikaya, ekonomiden adalet sistemine her boyutta AB’nin Türkiye’ye eleştirel bakışını ortaya koyan bu  tür  raporlar Ankara-Brüksel ilişkilerinin  AB penceresinden nasıl görüldüğünün anlaşılabilmesi   için önemli referanslardan biri oluyor. Son raporda  Türkiye’nin güya  D.Akdeniz’de illegal faaliyetlerde bulunduğu ve bunların da gerginliği artırdığı,  AB üyelerinin egemen haklarına saygı duyulması gerektiği vb. tarzında tek taraflı ve önyargılı iddiaların  da yeraldığını hatırlatalım.

 

*Azerbaycan ile  Ermenistan arasında 27 eylül sabahı yeniden  başlayan çatışmalar savaş düzeyine erişti ve   bölgede son 30 yıldır  donmuş statü  adeta çözülerek yepyeni bir dönem de başlamış oldu. Kamuoyu ve halkımız yoğun bir ilgiyle günbegün gelişmeleri izliyor. Bugüne kadarki sonuçları itibariyle çatışmaların Ermenistan’a maliyetinin çok ağır olduğu, bu kaybın milyarlarca dolar ve stratejik döviz rezervlerinin kaybıyla  ölçülebileceği,  savunma bütçesinin, askeri altyapısının  sarsıldığı çeşitli kaynaklardan anlaşılıyor.


Yukarı Karabağ ve mücavir 7 bölgenin tarihi/siyasi durumuna ilişkin analizlerimizi esasen 12 temmuz tarihli bir yazımızla yine Enpolitik’de paylaşmıştık. O günden bugüne en önemli gelişmelerden biri sahada işgal altındaki sözkonusu 7 bölgeden Cebrail ile bazı yerleşimlerin işgalden kurtarılması oldu.  


Moskova ilk günlerdeki sessizliğine karşın son dönemde, esasen  hiç de şaşırmadığımız gibi,  etkin aktör konumunu tekrar üstlenerek Moskova’da üç ülke dışişleri bakanları toplantısından geçici bir ateşkes kararının çıkarılmasına aracı oldu. Rusya için Kafkaslar, en başta da siyasi, askeri vb. her yönden koruyucusu olduğu  Ermenistan hiçbir zaman vazgeçilebilir bir ülke olmayacaktır. Burada birkez daha Putin’in stratejik yaklaşımını hatırlamakta yarar var.  Rusya’nın sınırlarının bittiği bir yer yoktur, bizim sınırlarımız yoktur.Gidebildiğimiz kadar gideriz. Dolayısıyla son dönemde konuyla ilgili olarak sürekli tekrarlanan  Moskova’nın güya  Paşinyan iktidarını cezalandırdığı  değerlendirmesi çok oturaklı bir analiz değil. Moskova, şayet Erivan iktidarına bir ders  verecekse bunu Azerbaycan’la savaşının  teşvik etmek dışında birçok farklı yöntemle ve kolaylıkla yapabilir.   


Türkiye bakımından durum son derece ilginç. Her ne kadar Azerbaycan’ın yanında her türlü imkanla saf tutması her yönden doğru, gerekli  ve gerçekçi  ise de, dış dünyadan bakıldığında bu tutumu nedeniyle adeta Azerbaycan’dan daha çok Türkiye’nin çeşitli çevrelerin hedefinde olduğunu izliyoruz. Erivan yönetimi bile neredeyse en başta  Türkiye’yi hedef alıyor.  Bu durumun çokça nedeni var. Birisi de ülkemizde uluslararası düzeyde yetişmiş, kendini tanıtmış ve kabul görmüş uzmanların, akademisyenlerin  bulunmayışı. En yakınımızdaki bölge olan Kafkasya konusunda bile durum farklı değil ve son gelişmelerle ilgili birçok faaliyet, toplantı, sosyal medya vb. ortamında Türkiye ana konulardan biri olduğu halde genelde ülkemizden hiçbir veya çok az  davetli oluyor ve görüşlerimiz de gündeme getirilmiyor, Türkiye dışarıdan yargılanıyor. Aslında her akşam TV’lerimizde gördüğümüz uzmanları bu faaliyetlerine davet etmeliler değil mi !    


Son gelişmeler çerçevesinde Nahçıvan’ın konum ve statüsü bu tablo içinde  önemli. Dikkatle izlenmesi de  gerekiyor. Bölgeye  yönelik bir askeri hareketlenme  gerginliği  çok farklı mecralara sürükleyecektir.  Herşeyden önce, SSCB ile TBMM hükümeti arasında 16 mart 1921 tarihinde imzalanan Moskova   Anlaşması göre Nahçıvan’ın muhtar statüsü  gelecekte üçüncü bir devletin lehine kendi uluslararası yasal yükümlülüklerinden vazgeçemeyecek şekilde  Azerbaycan’ın himayesi altında bir bölge olarak kabul edilmiştir.  Türkiye bu anlamda garantördür. Dolayısıyla Nahçıvan’a yapılabilecek bir hücumun Türkiye’ye yönelik olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu bakımdan Nahçıvan ile Türkiye’nin ilişkileri ve işbirliği her zaman çok ileri düzeyde olmuştur.


Sonuçta;  yukarıda da belirttiğimiz gibi Rusya duruma el koymuş  ve ateşkesin ve (gerçekleşebilirse) müzakerelerin önünün tekrar açılmasını sağlamıştır.  Adeta bölgenin patron olduğunu da ilan etmiştir. Türkiye’nin bu diplomasi sürecinin dışında kalması,  her ne kadar askeri cihetle çok önemli bir aktör olsa bile siyasi / diplomatik ölçekte  Moskova’yı zorlayamadığını da gösteriyor. 


*Ülkemiz iktidarını  bilemeyiz ama halkımızı çok yakından ilgilendiren ve büyük hassasiyet duyduğu, Çin’in D.Türkistan’daki  ihlal ve baskıları kesintisiz devam ediyor. Geçtiğimiz yıl Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Konseyi'ne üye 22 ülke, Çin'in Sincan Uygur Bölgesi'ndeki Uygur Türklerine ve diğer akraba topluluklara  yönelik muamelesini eleştiren ve kitlesel gözaltıların  durdurulması çağrısında bulunan bir mektup imzalamış ancak Türkiye imzacılar arasında yeralmamıştı.       


Bu yıl da, yine BM III.Komite genel oturumunda  39  ülke Çin’in D. Türkistan, Tibet ve H.Kong’daki ağır insan hakları ihlallerini kınayan ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri dahil gözlemcilerin  Çin’e serbestçe girerek  incelemelerde bulunabilmeleri  talep eden bir ortak mektubu 6 ekim’de imzalamışlardır. Ve ne yazık ki  imzacı ülkeler arasında Türkiye yine yeralmamıştır. Her ne kadar Türkiye bu konuda ulusal beyanda bulunduysa da tepkilerinin güçlü ve olması gerektiği ölçüde olmadığını düşünüyoruz.
Buna karşı Çin’in mezalim politikalarını savunma görevini bu yıl Küba’ya düştü ve Çin’i adeta iyilik meleği ilan edercesine beyanlarda bulundu. Bu görevi geçtiğimiz yıl ise, bugünlerde halkının demokrasi ve özgürlük talebine kulaklarını tıkayan Belarus üstlenmişti.


Türkiye’nin Çin ile ilişkilerini  önemli  görmesi normal. Ama yıllık 200 milyar avro civarında ticaret hacmine sahip Almanya  Uygurların insan hakları konusunda Çin’e karşı 38 ülkeye öncülük yapabilirken, Türkiye de  kardeş Uygurlar ve diğer akraba toplulukların  maruz kaldıkları büyük mezalime karşı daha girişken ve cesur olmalı, bazı  uluslararası çevrelerde zaman zaman ileri sürülen Çin’in Türkiye’nin sessizliğini mi sağladığı tarzında ima ve iddiaların doğru olmadığını söylem ve eylemleriyle açıkça ortaya koymalı.    


 *ABD’de birkaç hafta sonra, 3 kasım’da yapılacak Başkanlık seçimlerinin sonucu  Türk dış politikası bakımından önemli sınamaları da beraberinde getirecek. Cumhuriyetçi Trump tekrar seçilse de, Demokrat Biden yeni başkan olsa da bu durum değişmeyecek. ABD ile ilişkiler yepyeni stratejik anlayış ve vizyonla baştan sona yeniden ele alınmadıkça, kimin Başkan olacağı şüphesiz önemli olsa da,  sorunların ağırlığı karşısında nisbeten daha geri planda kalıyor. 


Trump’ın yerine Biden’in seçilmesi bir takım farklı meseleleri de gündeme getirecek ve Trump yönetimi de  en başta ülkemize yönelik hakaretleriyle tarihteki yerini alacak. Bu anlamda, Başkan Trump’ın son hamlesi, 8 ekim 2020’de  imzaladığı Başkanlık kararıyla ‘’Türkiye’nin Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik harekatlar  düzenleme eylemlerinin  Irak ve Suriye’de radikallerle mücadeleye zarar verdiği, sivilleri tehlikeye attığı ve bölgede barış, istikrar ve güvenlik çabalarına zarar verdiği ve bütün bu nedenlerle de  ABD’ nin ulusal güvenlik ve dış politikasına olağanüstü tehdit teşkil ettiği” gerekçesiyle  ulusal acil durum uygulamasını bir yıl daha uzatması oldu.Ülke yönetimimizin bu konudaki tepkisini ise henüz göremedik.


Sadece komşularımız veya bölgemizdeki gelişme ve  sorunlar değil, neredeyse küresel ölçekli meseleler de  doğrudan veya dolaylı şekilde artık Türkiye’yi etkiliyor. Bu sorunların aşılması, yıkıcı etkileri ve sonuçlarından kaçınılabilmesi ve karşı hamlelerle Türkiye’nin bölgesinde ve uluslararası sistemde layık olduğu  yeri alabilmesi için de  her zamankinden çok daha fazla büyük devlet adamlığı, vizyon ve  strateji ihtiyacımız bunuyor. Bütün bunların da rasyonel, istikrarlı ve hedefleri iyi tespit edilmiş bir   diplomasiyi harekete geçirmesi gerekiyor. Dış politikada güzel bir gelecek ancak bütün bunlarla mümkün olabilecek.  Ve bu güzel geleceğe ülkemizin hak ettiğine, er geç de kavuşacağına şüphesiz inanıyoruz.     

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ipekyoluhaber.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
( (