Yaz ayları bölgesel ve uluslararası gelişmeler bakımından yoğun ve hareketli geçiyor. Önümüzdeki dönemde de bu hareketlilik devam edecek. Kritik gelişmelerin yaşandığı bölgelerin başında ise Libya geliyor. Önceki hafta “Libya; Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Süren ve Sürecek Olan Hesaplaşma” başlıklı makalemizde paylaştığımız görüşlerimizde Libya dosyasının evveliyatını anlatmış, ileriye yönelik bazı değerlendirmelerde bulunmuştuk. Son günlerdeki gelişmeleri bu alt yapı üzerinden okumak daha kolay yorumlama imkanı verebilecektir. Bugünkü gelişmelerin genel anlamda makalede işaret ettiğimiz yönde gittiğini görüyoruz. Özetle önce sahada hesaplaşma (Hafter güçlerinin önemli askeri kayıplara uğraması) ardından da BM’nin diplomasi masasının devreye girmesi. Bu ikinci aşamanın eninde sonunda başlaması gerekiyor zira, başarısız Moskova-Berlin girişimleri akabinde Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin askeri boyuttaki kazanımları diplomasi ile tevsik edilemediği takdirde iç savaş ağırlaşarak devam edebilir ayrıca ülkenin kalıcı bölünmüşlüğüne giden süreç de hızlanabilir. Tabii ki burada diplomasi sürecinin motorunu kimin, hangi ülke/ülkelerin oluşturacağı sorusu hayati önem kazanıyor. Bu aşamada ülkede savaşan iki tarafın ateşkes konusunda mutabakatlarını vermeleri keza diplomasinin başarısı için önemli ve temel önşart. UMH, Hafter güçlerini topyekun silme hedefini belirlemişse de, 8 haziran’da ateşkesin başlaması çağrısına nasıl cevap vereceğini göreceğiz.
Gerek UMH gerek Hafter kesiminin temsilcileri Rusya, Mısır, Türkiye başta olmakla yoğun ziyaretlerde bulunuyor ve güç zeminlerini sağlamlaştıracak arayışlar yapıyorlar. Bölgenin güçlü ülkesi Mısır’ın, Türkiye destekli UMH’nin sahadaki kazanımları karşısında kolayca pes etmeyeceği de aşikar. Nitekim bazı diplomatik girişimlere yöneldiği görülüyor, Hafter ile ortak toplantılar, açıklamalar yapıyor. Sisi’nin girişimiyle Tobruk Temsilciler Meclisi Başkanı Saleh’in oluşturduğu Kahire Bildirisi’nin de Ürdün, S. Arabistan dahil bazı ülkelerin desteğini aldığı görülüyor. 4 haziran günü DEAŞ’la Mücadele için Uluslararası Koalisyon Küçük Grup Toplantısı’nda Mısır’lı Bakanın Türkiye’ye yönelik ağır ithamlarda bulunması da keza Mısır’ın devreye girme azminin işaretlerinden biri oldu. Bunlara paralel olarak, Mısır’ın geçtiğimiz ay Türkiye’ye karşı ilan ettiği, sömürgeci Fransa’nın da içinde yeraldığı 5’li cephenin de Libya’nın geleceğini belirleme girişimlerinde etkin çaba sarfedeceği görülebiliyor. İlk dönemlerde Libya’ya ilgisinin sınırlı olduğunu gördüğümüz ABD’nin de son gelişmeler üzerine BAE, Fransa başta olmakla diplomasi girişimlere başladığını izliyoruz.
Dolayısıyla, bir bakıma bölgede asıl (diplomatik) savaş henüz başlıyor, Türkiye’nin karşısında sahadakinden daha güçlü bir blok var ve bütün bu nedenlerle de Libya gelişmeleri yakın dönemin en önemli meselelerinden biri olmayı sürdürecektir.
Filistin gelişmeleri ise yine önümüzdeki dönemin en gergin meselelerinden birisi olacaktır. Enpolitik’de geçtiğimiz hafta ABD-İsrail planına dair görüşlerimizi ve İsrail’de yeni koalisyon hükümetinin kuruluşu sonrası yaşanabileceklerden duyduğumuz endişeleri paylaşmıştık. B.Şeria’da yeni hükümetin atmayı düşündüğü, büyük ihtimalle de atacağı adımların ilgili ülkeler ve kuruluşlar tarafından yakinen izlendiğini, sadece noktasal tepkiler üzerine odaklanmayıp önalıcı tedbirleri kapsamlı şekilde değerlendirdiklerini ummak istiyoruz. Bununla birlikte orta doğu’da doğacak kriz karşısında, örneğin Libya’da veya Suriye’de rakip cephelerde bulunan bölge ülkelerinin güçlü bir dayanışma zemini oluşturabileceklerini ummanın ise pek gerçekçi olmadığını da biliyoruz.
Bugünkü makalemizin içeriği ise son dönemde gündemin önemli gelişmeleri arasında yeralan Hong Kong ve ABD’deki olaylar ile gelecek ay Rusya’da yapılacak referandum hakkında bazı değerlendirmelerimizi paylaşmak üzerine...
I.Hong Kong; Özgürlüklerini Yitirmek İstemeyen İnsanların Direnişi; Tibet, Tayvan, D.Türkistan, ağır insan hakları ihlalleri vb. gibi konularda uluslararası düzeyde sıkıntıları süren Çin’i meşgul eden meseleler arasında Hong Kong da bulunur. Bugünlerde de yoğun protestolar, Çin’le gerilimin artması, ABD’nin artan tepkisi gibi nedenlerle Hong Kong gündemde epeyce yer tutmayı sürdürüyor.
Çin’in başta İngiliz ve Fransızlar olmakla batılı sömürgecilerle savaşları uzun onyıllar sürdü ve bu dönemler Çin yönetimleri ve halkının psikolojisinin en derinliklerine işledi. Öyle ki, örneğin, Çin yönetimlerinin kendi halkını uyuşturucudan korumak için aldığı tedbirler bile afyonu ülkeye sokan, ticari tavizler elde etmek isteyen batılılarca savaş nedeni sayıldı, savaşlara yolaçtı ve Çin kendisine büyük zarar veren anlaşmaları imzalamak zorunda kaldı. Bugün Çinliler bu yılları “aşağılanma dönemi “ olarak adlandırıyorlar. (Afyon Savaşları; 1839-60, 1856-60) Çin’in batılılarla mücadelesi sadece bu dönemle sınırlı değil, hatta asırla ifade edilebilecek kadar uzun. Nitekim, Çin’in İngiltere’ye Hong Kong’u devri de yine bu savaşların sonuçlarındandır ve etkileri hep birlikte şahit olduğumuz gibi bugünlere kadar uzanmaktadır.
Çin’in uzun müzakereler sonucunda 1984 Çin-İngiliz ortak bildirisini müteakiben 1997’de Hong Kong’u İngiltere’den geri almasıyla başlayan ve 2047’ye kadar 50 yıl sürecek dönemde; bölgenin özel statüsünün korunması temel ilke olarak belirlenmişti. Peki bu özel statü nedir? Özetle; 1982’de Çin lideri Şiaoping’in dediği gibi, ana kıtadaki sosyalist Çin (Pekin) yönetiminden farklı olarak Hong Kong kapitalist sistemine devam edebilecekti. Bir ülke, iki sistem diye adlandırılan ve 1984 Zao Ziyang-Thatcher bildirisi’ne yansıyan özel yönetime göre Hong Kong yargı, yasama, yürütme’de ileri düzeyde muhtarken dış ilişkiler ve savunmada Pekin’e bağlılığını sürdürecek, buna mukabil ticaret, turizm, kültür, basın dahil çeşitli alanlarda geniş özgürlüklere sahip bulunacaktı.
Hong Kong İngiltere-Çin anlaşması ile elde ettiği özel statünün hakkını da gerçekten vermiş, dünya’nın en güçlü mali/ekonomileri arasında yeralmış, deniz taşımacılığı, dış ticaret hacmi, lojistik, finans vb. alanlarında başarılı bir model geliştirmiştir.
Bununla birlikte Çin’le ilişkilerin geleceğine dair tereddütler, bölgenin özel konumu ve özgürlüklerinin erozyona uğradığı yönünde son dönemde artan kaygılar, Çin’den uzun süren ayrılığın Hong Kong’lular için farklı bir kimlik oluşturması, bölgedeki idari yönetimin Çin kontrolü altında olmasından duyulan rahatsızlıklar, bugün öğrenciler başta olmakla Hong Kong’un geniş kesimleri için büyük endişelere yol açmıştır. Nitekim önceki yıl kaçakların Çin’e geri verilmesine imkan tanıyan yasaya karşı büyük protestolar bunun son örneklerinden olmuştur.
Gelişmelerin son kritik adımlarından birisi de 1997’den buyana Hong Kong’a ticari ekonomik ilişkilerinde özel bir sistem uygulayan ABD’nin, bölgenin muhtariyetinin erozyona uğramakta olduğu gerekçesiyle bundan vazgeçmesidir. Gerçekten de bölgenin serbest ticaret ortamı, geniş özgürlük alanları, başta ABD’li batılı iş dünyasına büyük imkanlar vermiş, binlerce Amerikan firmasının da üssü haline dönüşmüştü. Bütün bunlar bir araya geldiğinde önümüzdeki dönemde yaşanabilecek ABD (Batı) / Çin gerginliklerinin kesişme noktalarından birini de Hong Kong’un teşkil edeceğini söyleyebiliriz.
Hong Kong’da yıllardır çeşitli nedenlerle süren protestolardan, Çin’e karşı yükselen tepkilerden rahatsız olan Çin’in son karşı hamlesi ise güçlü oldu ve 28 mayıs’da Halk Kongresi’nde Hong Kong için ulusal güvenlik yasası’nın 2878’e karşı sadece 1 olumsuz oyla kabulü yeni bir dönemin de başlangıcı oldu.
Özetlemek gerekirse Hong Kong olayları özünde onyıllardır birçok alanda özgürlüğü tatmış, yaşamış olan Hong Kong’luların; 2047 yaklaştıkça baskıcı ve kapalı bir rejim kabul ettikleri Çin’in siyasi, sosyal, kültürel ve küresel ölçekte çok güçlenen ekonomik etkisinin altına girileceği ve bu özgürlüklerini yitirecekleri korkusundan kaynaklanan gelişmelerdir. Nitekim, bu gösterilerde “Hong Kong Sincan (Doğu Türkistan) Olmasın” sloganının sıkça duyulmakta oluşu da konunun özgürlük boyutundaki göstergelerinden biri olmaktadır. Dolayısıyla olayların birçok farklı dinamiği olsa da Hong Kong gelişmelerini genelde bu bakış açısıyla görmek uygun olacaktır.
II.ABD’de Kaos ve Yaklaşan Başkanlık Seçimleri; Küresel sistemi topyekun sarsan k.virüs salgını döneminde yapılan ön seçimler neticesinde kasım ayındaki Başkanlık yarışında Trump’ın karşısına çıkacak demokrat aday da kesinleşti. John Biden. Bugüne kadarki kamuoyu araştırmaları covid 19 dönemindeki başarısızlığı başta olmakla çeşitli nedenlerle cumhuriyetçi aday Trump’a karşı Biden’in %5-6 farkla önde gittiğini gösteriyor. Bazı araştırmalar ise bu farkı % 8-9’lara kadar da çıkarabiliyor. Son günlerde polis şiddeti sonucunda G.Floyd’un yaşamını yitirmesiyle birlikte başlayan büyük protesto olayları keza Trump yönetimini sıkıştıran gelişmelerden biri oluyor. İlk gününden itibaren verdiğimiz bazı mesajlarda vurguladığımız gibi, tepki ve barışçı gösterilerin yağmacılık, şiddet gibi eğilimlere yönelmesi haklı protestolara zarar veriyor ve taleplerin meşruluğu gölgeliyor. Burada da kamu düzeninin tesisi önplana çıkıyor. Resmi adaylığı ağustos ayında DP Kongresinde ilan edilecek Biden ise bu dönemde daha yumuşak bir profil çiziyor, göstericilerle görüşüyor, ılımlı mesajlar veriyor. Dolayısıyla Floyd sürecinin Trump’ın lehine veya aleyhine nasıl bir toplumsal psikoloji doğurduğu hakkında kesin değerlendirmeler için sürecin ilerlemesi ve tablonun netleşmesi gerekiyor. Örneğin ortalama bir Amerikan vatandaşının bilhassa kamu düzeninin bozulmuşluğuna nasıl değerlendireceği önemli olacaktır. Bütün bu görünüm içinde soruların cevaplarını kasım ayındaki başkanlık seçimlerinde Amerikan halkının kesin kararını vermesiyle anlaşılacak.
Başkanlık yarışı bağlamında, dikkate alınması gereken bir başka husus ise Amerikan seçim sisteminin farklı özellikleri olduğudur. Nitekim 2000 yılında Bush ile Al Gore arasındaki seçimlerde Gore’un ülke genelinde daha fazla oy almasına rağmen, sistemin her bir eyalette çoğunluk esasına ve burada belirlenecek delegelere dayanması sebebiyle Bush’un başkan olduğu hatırlanacaktır. Dolayısıyla seçimde fazla oy almak başkanlığı kazanmak anlamına da gelmemektedir.
Yine bu dönemde Amerika’daki ırkçılık sadece ABD’nin değil uluslararası kamuoyu gündeminin de en önemli meselesi oldu, çok sayıda yorum yapıldı. Polis şiddetiyle birlikte, siyahların sisteme, kendilerine yönelik ayrımcılığa tepkilerinin son olayların fitilini teşkil ettiğini biliyoruz. Siyasi temsil bakımından siyahların durumu pek kötü görülmese de (örneğin Temsilciler Meclisi; 313 beyaz, 56 siyah vb.) aradaki makas toplumun orta ve alt kesimlerine inildikçe korkunç derecede açılıyor, eğitim, yüksek öğrenim, basın, finans, hatta hapishanelerdeki (siyah/beyaz mahkum sayıları) durum vb. bunların en belirgin örnekleri oluyor ve bütün bu tablo da 2.5 asırdan bu yana ayrımcılık sorunlarının halen sürdüğünü gösteriyor. Çoğumuz siyahların otobüslerde ön sıralarda oturamama, devlet okullarına gidememe, gece belirli saatler sonrasında sokağa çıkamama gibi sayısız örneği tarih kitaplarından değil uzaktan da olsa bizzat izleyerek büyüdük. M.Ali de hepimiz için bu mücadelenin en büyük sembollerinden biri oldu. Bütün bunlar çok uzun bir geçmişin değil bugün de devam eden bir toplumsal fotoğrafı anlatıyor. Dolayısıyla Powell’in 2001’de ilk siyah dışişleri bakanı, Obama’nın da 2008’de başkan seçilmeleri vb. ırk ayrımcılığının mahiyeti dikkate alındığında daha ziyade sembolik önem taşıyan örnekler oldular.
Öte yandan, son olayların tetikleyici unsuru polis şiddeti ise ABD yaşamının en temel gerçeklerinden biri. ABD sistemi hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan bir okuyucu bile en azından TV’lerde sıkça ekrana gelen ABD yapımı filmlerden, haberlerden dolayı bir fikir sahibidir. Sadece geçtiğimiz bir yıl içinde polisin öldürdüğü kişi sayısının 1000’i aşmış olması, ülkede insanların elindeki ateşli silah sayısının yüzmilyonlarla ifade edilmesi, mahkeme denetimine tabii olmayan polis uygulamaları, güvenlik güçlerinin eğitim ve tecrübe yetersizliği gibi birçok unsur biraraya gelince olaylardaki polis faktörü daha iyi anlaşılabilir.
Yine bu dönemde ve seçimler yaklaşırken Trump’ın elindeki diğer bazı kartları yavaş yavaş devreye sokmasını da bekleyebiliriz. Öncelikle protesto gösterilerinin bazı yerlerde yağmacılığa dönüşen mahiyetini vurgulayarak, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, kamu düzeni unsurunu önplana çıkarması ve kullanması beklenecektir. Nitekim olayların arkasındaki dış güç olarak nitelediği ”antifa” yı terör grubu ilanı yönündeki haberler bunun işaretleri arasındadır. Aynı şekilde, Trump’ın kartları arasında geçtiğimiz ocak ayında İsrail yönetimiyle birlikte tanıttığı orta doğu planı çerçevesinde yeni İsrail’in hükümetinin girişebileceği bir takım girişimlere vereceği destek ve yukarıda analiz ettiğimiz gibi Hong Kong, k.virüs sonrası dönemde siyasi-iktisadi ilişkilerde Çin’le yeni gerginlik alanları yaratmak da olabilecektir.
Sonuçta ve yine özetle, ABD’de son dönemde yaşanan olayların çok köklü ve tarihsel-sosyal nedenlerinin bulunduğunu, bunların güncel yansımalarının izlediğimiz gibi yeni gelişmelerle sürmekte olduğunu, öte yandan insanlığın (daha doğrusu ABD’nin!) uzayın fethine giriştiği bu dönemde halen Amerikan toplumunun en büyük meselesi olan ırkçılığın topyekun tasfiyesinin ise maalesef daha uzun onyıllar sürebileceğini düşündüğümüzü, bunun gerçekleşebileceği bir X dönemine kadar da bu tür toplumsal olayların zaman zaman tekrardan yaşanacağını söyleyebiliriz. Buna mukabil bu dönemde yaşananların başkan Trump’ın ikinci dönem başkanlık şansını ne derece etkileyeceği hakkında kesin hükmün verilmesi halen mümkün değildir.
III.Rusya’da Referandum Yaklaşıyor; Putin’in artık sadece bugünün değil genel Rus tarihinin de en önemli isimlerinden birine dönüşmekte olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Onyıllar, hatta asırlar sonra bile yapılacak anketlerde Putin “Rus tarihinin en büyükleri listesi” nin mutlaka başlarında yeralacak, genelde Rus halkı Putin’i, Rusya’yı SSCB gibi dağılmaktan kurtaran, ayağa kaldıran ve tekrar dünya sistemine güçlü bir aktör olarak döndüren bir lider olarak gördüklerini söyleyeceklerdir. Temmuz ayında yapılacak ve 1993 anayasasında değişiklikler öngören referandum da Putin-Rusya bağını gösteren en son örnek olacaktır. Farsça’daki “Menem, Diğeri Nist”, diğerleri yok, ben varım sözü gibi. Fransa Kralı “Devlet Benim”a sözüne de yakın bir anlam taşıyor. İşte 1990’lardan bugüne Rusya ve Putin arasında böylesine güçlü bir ilişki kuruldu. Her ikisi içiçe girdi, biri olmadan diğeri de olmaz gibi bir anlam kazandı.
İlk aşamada 22 nisan 2020’de yapılması öngörülmüşken Covid19 salgını nedeniyle 1 temmuz gününe ertelenen referandum 2000 yılından bugüne Devlet Başkanı/Başbakan olarak kesintisiz ülkenin başında olan (dört dönem başkan, arada bir dönem de başbakan) Putin’e iki kez daha altışar yıllık dönemlerle seçilmesine imkan verecek ve bu durumda da 2036 yılına kadar ülkenin başında kalacak. 36 yıllık bir Putin iktidarı! Zaten Putin’in mevcut anayasaya göre 2024’de herşeyden elini çekmesini beklemek herhalde saflık olurdu. Putin’in ülke içinde ve Ukrayna, Suriye, Libya vb. başta olmakla olmakla Rusya dışında kararlı adımlar hatırlandığında referandumun altyapısını da bir stratejik akılla hazırladığı görülebilecektir. “Kavga kaçınılmazsa ilk yumruğu sen atmalısın” felsefesine inanır Putin. Ve referandumla kendisine 16 yıl daha Rusya’nın hakimi olma yolunu muhakkak ki bu stratejik anlayışla hazırlamıştır.
Tabii ki bu dönemde petrol fiyatlarında yaşanan sert dalgalanmalar, virüs salgınının olumsuz etkileri, muhalefetin diktayı güçlendireceği gerekçesiyle referanduma karşı tepkili olması, ülkede belirli kesimlerde artık bir Putin yorgunluğunun emarelerinin görülmesi Putin lehine olan gelişmeler değil. Kendisine ne kadar saygı duyulursa duyulsun ve ülkedeki istikrarı sağladığından ne ölçüde müteşekkir olunursa olunsun siyaset teorisinde Aristidis kompleksi dediğimiz uzun yıllar aynı yüzü, Putin’i, görmekten bazı kesimlerin artık yorulduğu da mutlak. Bütün bunlar da neticede ve anlaşılır şekilde, Putin’in kamuoyu nezdindeki konumunu son yılların en olumsuz düzeyine indiriyor. Kararsızlar ise yapılan anketlere göre en büyük grup ve halkın önemli bölümü ne yapacağını da pek bilemiyor. Bu görünüm referandumun sonucunu bizce etkilemeyecek ancak Rusya’da ileride yaşanabilecek gelişmeler bakımından bilinmesinde yarar var.
Öte yandan referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketinde yeralacak değişiklikler arasında Rus anayasasının uluslararası hukuktan üstünlüğü gibi bir madde de dikkati çekiyor. Bunu da yeni Rusya’nın daha içine kapanıklılığının bir işareti olarak görmek mümkündür. Sosyal devleti öne çıkaran, batılı değerler karşısında Rus geleneksel değerler sistemine daha odaklı bir anlayışın değişikliklere hakim olduğunu da keza söyleyebiliriz.
RF Anayasa Mahkemesi’nin uygun bulduğu değişikliklerin referandumda kabul edilmesiyle birlikte, Rusların ülkenin kurucu milleti statüsünde değerlendirilmesinin bilhassa Tataristan gibi Moskova’yla özel ilişkiler içindeki cumhuriyetlere ve diğerlerine, ana dil konusu başta olmakla olumsuz etkileri olabilecektir. Bunun yine bazı işaretleri taslakların oylaması sırasında da olsa görülmüştür. Dışarıdan bakıldığında, bize göre, Rusların kurucu millet statüsü olması hususu referandumun en sıkıntılı maddelerinden biridir, zira RF içinde yaşayan başta müslüman Türk kökenli bölgeler olmakla, etnik Rus olmayan cumhuriyetlerin, bölgelerin bunun olumsuz yansımaları olacağından endişe edeceklerini söyleyebiliriz.
Herhalukarda, referandum yasasına göre, geçerli olabilmesi için en az % 50 düzeyinde bir katılım da gerekiyor. Putin için halkın hangi oranda sandıklara gideceğinin de önemi var. Zira, referandumdan olumlu sonucu geniş çaplı bir katılımla almayı arzu ediyor.
1 temmuz 2020 Referandumun sonucu bize göre zaten belli olduğundan Putin’e ve Rusya’ya hayırlı olsun diyoruz.
Twitter (@umityardim1961)