Her geçen gün sertlik dozu biraz daha artan, suçlama ve çamur atma psikozuyla toplumu kutuplaştıran siyaset iklimindeki üslup, toplumu giderek psikolojik çatışmaya sürüklemektedir.
Bunun sonucu olarak hemen her konu taraftarlık psikolojisiyle ele alınmaktadır. O kadar ki insan hakkı ihlali olan kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet gibi hayati önemdeki sorunlar dahi kamplaşmaya vesile olmaktadır.
Tartışanların önemli bir kısmı önce safını belirleyip, sonrasında ne söyleyeceğini planlamaktadır. Bu kadar hayati önemdeki sosyal sorunlara böylesine ideolojik yaklaşınca bir süre sonra tartışma konusu dahi unutulmakta, kutuplar arası çekişmeye dönüşmektedir.
Söyleyecek nitelikli sözü olan rasyonel ve makul bazı kişiler ise bu kirliliğe bulaşmamak için geri çekilmektedir.
İşte İstanbul Sözleşmesi bu iklimde, bu sıkıntılı ruh haliyle ele alınmaktadır.
11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi ismini alan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Yukarıda izah edilen nedenlerden ötürü Türkiye’nin Sözleşmeyi neden imzaladığı, Sözleşmeye neden ihtiyaç duyduğu, imzalandığı günlerdeki konjonktür, Sözleşmenin felsefesi, amacı, şiddetin kaynağına dair yaklaşımı, şiddeti önleme metodu bilimsel bir dille, rasyonel ve sağduyulu bir üslupla çoğu zaman müzakere edilememektedir.
Aşağıda 10 madde halinde yorum yapılmadan Sözleşmeye dair objektif bilgiler verilmeye çalışılacaktır. Ancak daha evvel, bağlamında değerlendirme yapılması amacıyla Türkiye’nin şiddetle mücadelesine çok kısaca göz atmak yerinde olacaktır.
Sözleşmeye dair spekülasyonlar, 6284 sayılı Kanun’un uygulamasına ilişkin sorunlar, idarenin şiddetle mücadelede eksikliği ve isteksizliğine ilişkin değerlendirmelerimiz ve yorumlarımız başka bir yazıda ele alınacaktır.
Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni neden imzalamıştır?
Ülkemizde uzun yıllar kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet eşler arasındaki özel, ailevi bir konu olarak kabul görmüştür. Buna bağlı olarak da, kadınları ve aile bireylerini şiddetten koruyan normlar ulusal mevzuata dahil edilmemiştir.
1990’lı yıllarda özellikle kadın hareketinin çabasıyla aile içi şiddetin bir suç olduğu düşüncesi kabul görmeye başlamış, bu düşünce kanun koyucuyu pozitif yönde etkileyerek kanuni düzenleme yapmaya sevketmiştir. Böylelikle Türkiye’nin aile içi şiddeti önleme konusundaki ilk kanuni düzenlemesi olan 4320 sayılı “Ailenin Korunması Hakkında Kanun” 1998 yılında kabul edilmiştir.
Kanunun temel amacı, aile içinde şiddet uygulayan bireyi derhal aileden uzaklaştırmak ve kanunda sayılan bazı tedbirleri uygulayarak aile içi şiddeti önlemekti.
Maalesef Kanun istenilen düzeyde uygulanamadığı gibi aile içi şiddeti önlemede yetersiz ve zayıf kalmış, ihtiyacı karşılayamamıştır. Kadın sivil toplum örgütlerinin, hukuk uygulamacılarının ve akademisyenlerin yoğun eleştirileri üzerine 2007 yılında bir takım değişiklikler yapılmış olmakla birlikte sorunlar giderilememiştir. Daha kapsayıcı ve uygulamada yaşanan engelleri giderici yeni bir kanun ihtiyacı kendisini daha güçlü htirmiştir.
Bu tartışmalar devam ederken 2009 yılında önemli bir gelişme yaşanmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görülen Nahide Opuz-Türkiye davası başvurucu lehine sonuçlanmıştır. Bu dava ile AİHM, tarihinde ilk defa bir devleti (Türkiye) “kadını, aile içi şiddete karşı koruyamadığı” gerekçesiyle tazminata mahkum etmiştir.
Başvurucu Nahide Opuz, Diyarbakır’da yaşayan üç çocuklu bir kadındır. Dava, Nahide Opuz ve annesinin 1995 yılından, Başvurucunun annesinin öldürüldüğü 2002 yılına kadar yaşanan aile içi şiddet olaylarına dayanmaktadır. (Opuz-Türkiye Kararının linki yazının sonundadır. Kararda, Başvurucu ve annesinin yaşadıkları anlatılmıştır. Türkiye’nin o dönemdeki kanunlarının kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemedeki yetersizliği de kararda tespit edilmiştir.)
Yukarıda belirtildiği üzere 4320 sayılı Kanunun uygulamasından edinilen tecrübe yeni bir Kanun ihtiyacını zaten ortaya çıkarmıştı. Ancak sınırlı çevrelerde tartışılıyordu. 2009 yılında AİHM’nin vermiş olduğu Opuz Kararı adeta Türkiye’nin silkelenmesini sağlamıştır. Bir başka ifadeyle kuma gömdüğü başını AİHM’in zorlamasıyla kumdan çıkartmak zorunda kalmıştır. Bu gelişmeyle birlikte şiddetle mücadelede daha kapsamlı bir kanunun hazırlıklarına başlanmış ve 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüğe girmiş, 4320 sayılı Kanun ise yürürlükten kaldırılmıştır.
Özetle söylenebilir ki, 4320 sayılı Kanunun ihtiyacı karşılamadaki zaafiyeti ve Opuz Kararı, Türkiye’nin 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamasının itici gücünü oluşturan etkenlerdir.
Bugün kadına yönelik şiddet konusunda Avrupa Konseyi ülkelerinde içtihat niteliğinde değerlendirilen Opuz - Türkiye davası kararı, uluslararası ölçekte İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturan önemli bir karardır.
10 Soruda İstanbul Sözleşmesi
1- Sözleşmenin özelliği nedir?
İstanbul Sözleşmesi kadınları hem kamusal alanda hem özel alanda koruyan, aile içi şiddeti hiçbir ayrımcılık yapılmadan önleme konusunda standartlar belirleyen, bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olan uluslararası ilk sözleşmedir.
2- Sözleşmeye göre kadına yönelik şiddetin temel sebebi nedir?
Sözleşmeye göre kadına yönelen şiddet, kadın erkek eşitsizliğinin ve kadınlara karşı yapılan ayrımcılığın sonucudur. Bu kapsamda Sözleşme Taraf devletlerden kadınlara yönelik ayrımcılığın gerektiğinde yaptırım uygulayarak yasaklanmasını, kadına yönelik eşitsizlik ve ayrımcılık içeren hükümlerin yürürlükten kaldırılmasını ister.
3- Sözleşmenin yasakladığı davranışlar nelerdir?
Sözleşme fiziksel şiddeti, psikolojik şiddeti, taciz amaçlı ısrarlı takibi, tecavüz dahil her tür cinsel şiddeti, cinsel tacizi, zorla evlendirmeyi, zorla kürtaj-zorla kısırlaştırmayı, kadın sünnetini yasaklar.
Yukarıda sayılan suçların (cinsel taciz hariç) kasten işlenmesi halinde yardım ve yataklık edenlerin de bu eylemlerinin “suç” olarak değerlendirilmesi için gerekli hukuki tedbirlerin alınmasını bekler (Md. 41/1).
Fiziksel şiddet, tecavüz dahil cinsel şiddet, zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj-zorla kısırlaştırma suçlarına ilişkin olarak suç işleme girişiminde bulunulmasının da “suç” olarak değerlendirilmesini Taraf devletlerden ister (Md.41/2).
4- Sözleşme kimleri kapsamaktadır?
Sözleşme mağdurları iki gruba ayırmıştır.
Birincisi “kadına yönelik şiddet” mağdurlarıdır. 18 yaşın altındaki kız çocukları dahil tüm kadınlar, kadına yönelik şiddet mağduru olabilir. Sözleşme kadına yönelik hem özel hem kamusal alandaki şiddeti yasaklar. Dolayısıyla sadece aile içinde şiddet gören kadınları değil, işyeri, okul, hastane, karakol, cezaevi vb kurumlardaki kadına yönelik şiddeti de yasaklamaktadır.
Ayrıca Sözleşme, Taraf devletleri sadece kendi vatandaşları olan kadınları şiddetten korumaya yönelik sorumlu tutmaz. Sığınmacı, mülteci veya hukuki statüsü her ne olursa olsun tüm göçmen kadınların da Sözleşmeci devletlerce korunmasını ister.
İkincisi ise “aile içi şiddet” mağdurlarıdır. Dolayısıyla kadın, erkek, çocuk, genç, yetişkin, yaşlı herkes aile içi şiddet mağduru olabilir.
Sözleşme aile içi şiddet mağdurlarını korurken herhangi bir kriter nedeniyle ayrımcılık yapılmasını yasaklar. Buna göre Sözleşme, aile içi şiddet mağdurlarının cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın aile içi şiddete karşı korunmasının güvence altına alınmasını ister (Madde 4/3).
5- Sözleşme LGBT bireylere özel statü sağlıyor mu?
Sözleşme hükümleri LGBT bireylerden açıkça söz etmez. Eşcinsel birliktelikleri teminat altına alan ya da özel bir statü sağlayan herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Sözleşmenin 4.maddesinin 3.fıkrasında aile içi şiddet mağdurları korunurken cinsel yönelim ve cinsel kimliğin ayrımcılık nedeni yapılamayacağı belirtilmiştir.
6- Sözleşmede geçen “Toplumsal Cinsiyet” kavramı ne demektir?
Toplumsal cinsiyet, toplum ve içinde yaşanılan kültür tarafından kadına ve erkeğe yüklenen roller ve beklentileri ifade etmekte kullanılan bir kavramdır.
Sözleşmeye göre “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddettir (Madde 3/d).
Sonuç olarak toplumsal cinsiyet, melez bir cinsiyet ya da üçüncü cinsiyet değildir.
7- İstanbul Sözleşmesi'nin Taraf Devletlere Getirdiği Yükümlülükler Nelerdir?
İstanbul Sözleşmesi sadece şiddet failini cezalandırmaya odaklanmaz. Şiddeti önleme ve korumaya yönelik de bütüncül politikalar geliştirilmesi yönünde Taraf devletlere yükümlülükler getirir.
Bu amaçla kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadelede sonuç alınabilmesini şiddetle çok yönlü mücadele edilmesine bağlayarak Taraf devletlere bir yol haritası belirlemiştir.
Bu kapsamda Taraf devletlerden;
- Toplumsal cinsiyete duyarlı kapsayıcı ve eş güdümlü politikalar geliştirilmesini ve uygulanmasını
- Şiddetle mücadelede yeterli mali ve beşeri kaynak tahsis edilmesini
- Sivil toplum kuruluşları ile etkili işbirliği yapılmasını
- Resmi bir koordinasyon birimi kurulmasını
- İstatistiksel veri toplanarak düzenli aralıklarla yayınlanmasını
- Şiddetin yaygınlığı ve eğilimini değerlendirmek üzere düzenli aralıklarla anketler yapılmasını
- Şiddetin önlenmesi için zihniyet değişikliği sağlanmasını ister.
8- Devlet tazminatı
Sözleşme mağdura, “faile” ve önleyici-koruyucu önlemleri alma görevini yerine getirmeyen “yetkililere” karşı yasal başvuru hakkı tanımıştır.
Sözleşme Taraf devletlerden, mağdurların failden tazminat talep etmesini temin edecek hukuki düzenlemeleri yapmasını ister.
Sözleşmeye göre şiddet sonucu ciddi bedensel zarar görmüş ya da sağlığı bozulmuş mağdurun zararının fail, sigorta şirketi veya devlet tarafından finanse edilen kurumlar tarafından karşılanmaması halinde devlet mağdura tazminat ödeyecektir.
9-Türkiye Sözleşmeye neden çekince koymamıştır?
Sözleşme’nin 78. Maddesinde Sözleşme’nin hangi hükümlerine çekince konulabileceği düzenlenmiştir. Toplam 81 maddeden oluşan Sözleşme’nin sadece 7 adet maddesinin (Madde 30, 33, 34, 44, 55, 58, 59) çeşitli fıkralarına çekince konabilmekte, bunların dışında herhangi bir hükmüne ilişkin çekince ileri sürülmesine Sözleşme izin vermemektedir.
Türkiye sözleşmeyi imzalarken herhangi bir çekince koymamıştır. Esasen çekince konulabilecek maddelere bakıldığında son derece sınırlı alanlardan ibaret olduğu görülecektir. Çekince koyulabilecek maddeler Sözleşmeye dair eleştirilen konularla ilgili maddeler değildir. Bu anlamda, Türkiye’nin Sözleşmeyi imzalarken cinsel kimlik ve cinsel yönelim ifadelerine ilişkin çekince koymadığı eleştirisinin hukuken karşılığı bulunmamaktadır.
Öte yandan çekincelerin geçerlilik süreleri olup, Sözleşmenin 79.maddesinde detaylı düzenlenmiştir.
10- Sözleşmede değişiklik yapılabilir mi? Sözleşme Türkiye tarafından feshedilebilir mi?
Taraf devletlerin Sözleşmeye ilişkin değişiklik önermesi hukuken mümkün olmakla birlikte, Sözleşmenin 72.maddesinde belirtilen değişiklik prosedürünün zorluğu nedeniyle değişiklik gerçekleştirilmesi fiilen çok zor görünmektedir.
Taraf devletler istedikleri zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle Sözleşmeyi feshedebilir.
TIKLAYIN – Nahide Opuz- Türkiye Kararı