( (
GÖKMEN
Köşe Yazarı
GÖKMEN
 

Tarihe, Tarihi Kayıt

Tarihe, Tarihi Kayıt Tarih şuuru, tarih bilinci vb… ifadeleri; açık oturumlardaki modaratörler  ve katılımcılar tarafından sıkça ve konferans salonlarındaki sunucu ve konferans verenler tarafından mütemadiyen bizlere sürekli hatırlatılır. İnsanın tarihi anlamda kendisini belli bir menşee dayandırması, belli bir kavimle bağının bulunması, belli genleri taşımış olması; beslendiği köklerin karakterini bilmesi açısından, kendisini belli bir zemine oturtması açısından, zamanı ve mekanı tarihi bir zemine çekmesi açısından ve tabii ki, kendi kişilik ve kimlik arayışına yön vermesi açısından son derece önemlidir. Bu tip yaklaşımları saygı ile karşılamak gerekir. İnsanın tarihi köklerine dayanarak kendini, kendi kabilesini, kendi sülalesini övmesi ne kadar yanlış ise,  yine insanın kendi tarihine sövmesi, kendi tarihini yok sayması, kendi tarihi ile yüzleşmemesi, kendi tarihi ile hesaplaşmaması ve kendi tarihini yok sayması da bir o kadar yanlış ve tehlikelidir. Hemen arz edeyim ki, gerek kendi bilgi ve kendi tevatürlerimi sorgulayıp bireysel anlamda köklerime baktığım zaman veya son zamanlarda sıkça yapılan Soy Ağacımı incelediğim zaman veya mensubu olmaktan büyük onur, kıvanç ve şeref duyduğum Türk Milleti’nin tarihinde şöyle bir sörf yaptığım zaman, beni rahatsız eden kayda değer bir hadise ile karşı karşıya kalmıyorum.   İnsanın sağlıklı genetik kodlara sahip olması, embiryonun sağlıklı olmasına, sağlıklı embiryonun olması bireyin sağlıklı dünyaya gelmesine, sağlıklı doğum sağlıklı çocukluk döneminin geçmesine, sağlıklı çocukluk döneminin geçmesi sağlıklı ergenlik yaşamasına, sağlıklı ergenlik sağlıklı gençlik, sağlıklı gençlik sağlıklı olgunluk ve sağlıklı olgunluk sağlıklı ihtiyarlık dönemlerinin geçmesine sebep olduğu gibi, bireyin karakterinin düzgün olması, ailenin ahlaki yapısının iyi olması da, toplumun ve milletin de karakter ve ahlakının temiz ve iyi olması anlamına gelmektedir.  Zira erdem, fazilet, kadir şinaslık, ahde vefa, başkalarına yardım, sıla-yı rahm, örf – adetler,  gelenek -görenekler  sağlıklı toplum ve sağlıklı millet demektir. Ve tabi ki,  onlara gereken değeri verme  de geleceğimize, istiklal ve istikbalimize yapılan yatırım demektir. Uzun süredir Türkiye üzerinde çok ama çok ciddi senaryolar yazılıp-çizilmekte ve yine uzun süredir Ortadoğu ve İslam dünyası üzerinde zimmi ve aleni bir şekilde çok önceden yazılan senaryoların gerçekleşmesi için operasyonlar düzenlenmektedir. Dünyadaki egemen güçler, emperyalistler ve zannımca hiç doymayacak olan sülük yapılı vampir kılıklı sürüngenler İslam Dünyasının kanı ile beslenmeye devam etmek istemektedirler. Zira kan ile, gözyaşı ile, emek ve beyin hırsızlığı ile bugüne  dek hayatiyetini devam ettiren ve semiz bir şekilde kendini besleyen bu iğrenç yapı; aynı anlayışın devamını ve aynı düzenin devamını talep etmektedir. Libya bu şekilde kimlik ve kişiliğini kaybetti, Tunus bu şekilde iğdiş hale getirildi, Irak’ın damarlarındaki taze ve verimli kan bu şekilde boşaltıldı, şu anda Suriye’nin al yuvarları ve ak yuvarları bu şekilde semiriliyor. Fakat şundan emin olalım ki, eğer, alın size tüm bedenimizi verelim desek yine isteyecekler, yine bizden ve mazlum milletlerden geçinme yollarını aramaya devam edecekler. Fakat şöyle bir durum da var, onlar bizim yok olmamıza da razı değiller. Çünkü biz hayatiyetimizi devam ettirelim, yaşamımızı devam ettirelim ki, onlar beslenmeye devam edebilsinler. Ama asla beynimizi, zekamızı kullanmayalım, teknolojiyi biz üretmeyelim. Onlar istiyorlar ki; bir uçak yapsınlar, Konya Ovasının bütün mahsülünü devşirebilsinler, bir füze yapsınlar Harran Ovasının bütün gelirini semirebilsinler, bir uydu yapsınlar Karadeniz Bölgesinin Akdeniz Bölgesinin, Marmara Bölgesinin, ve Güzelim Ege Bölgesinin bütün güzelliklerinden yararlanabilsinler, bir nükleer santral kursunlar, güneydoğu Anadolu’nun ve Doğu Anadolu’nun tüm coğrafi, tarihi güzelliklerini işgal edebilsinler  ve insan kaynaklarını köleleştirebilsinler.  İnanını dostlarım zaman zaman denir ya, tarihe tanıklık ediyorsunuz diye. Nasıl ki herkes kendi yaşamış olduğu zaman dilimine tanıklık ediyorsa, samimiyetimle söylüyorum ki bizler de, gelecekte dünyanın dönüm noktalarından sayılabilecek hadiselere farkında olalım veya olmayalım tanıklık ediyoruz.  90’lı yıllarda Sovyetler Birliği soğuk savaş sürecinde olan dünyanın iki kutbundan bir tanesi idi. Sovyetler Birliğinin merkezindeki adil olmayan gelir dağılımı ve bürokratik dağılım politikasının bozulmasıyla birlikte Sovyetler Birliği dağıldı. Yani kendisinden çok sayıda bağımsız cumhuriyet doğdu. Rusya özellikle ideolojik olarak yerleşmiş olduğu bütün coğrafyaları kaybetti. Büyük devletlere baktığınızda, geçmişte bir Osmanlı İmparatorluğu, günümüzde Amerika vb. yapıların hiçbirinde tek ulusluluk yoktur, çok ulusluluk ve çok kültürlülük vardır. Ve bu çok kültürlülüğün rekabetinden büyük devletler doğmuştur.. Sovyetler Birliği bunu ideoloji temelinde örgütlemişti. Ancak bu ideolojik sistem, ekonomik sistemle birlikte çalışamaz hale gelince yıkılmıştır.. Büyük devletlerin idealleri hiçbir zaman bitmez. Gerçekleşse de bitmez gerçekleşmezse de de bitmez. Bu, ülkelerin dinamizmini ve direnç kabiliyetini güçlendiren bir olgudur. Gizli veya açık her ülkenin hedef ve idealleri vardır. Bence, 19. yüzyıl Avrupa çağıydı. 20. yüzyıl Amerika çağıydı. 21. yüzyıl ise Asya çağı olacak ve oluyor da zaten. Avrupa ve ABD’nin çöküş trendine girmesinin sebeplerinden bir tanesi de, Batı Avrupa ve Amerika merkezli ekonomik kültürel sistemin tıkanmasıdır. Ahlaki ve toplumsal olarak büyük bir erozyona uğramasıdır. Bir diğeri de doğanın bir gereği olarak her varlığın bir ömrünün olduğu gibi, Avrupa ve Amerika’daki bu sistemin de teknolojik üstünlüğünü korumakla birlikte yaşlanmış olmasıdır. Ve Asya’nın enerji kaynakları üzerindeki tartışılmaz hakimiyeti de bu süreci hızlandırıyor. Küreselleşmenin gelişmesiyle birlikte ülkeler az ya da çok birbirine bağımlı hale geldi. Kendi iç dinamikleriniz ne kadar sağlamsa o kadar az bağımlısınız demektir. Ülkemizin son zamanlarda özellikle savunma sanayi alanında yapmış olduğu hamleler bizi daha bağımsız hale getirmiştir. En son patlak veren Gürcistan Savaşıyla birlikte ABD-AB ve Rusya arasında ortaya konulan keskin tavırlar sanki bir kutuplaşmanın da habercisi gibi görünüyor. Yine şu an itibari ile, geçtiğimiz hafta bir alışveriş merkezinde aniden rahatsızlanan eski Ruj ajanı olduğu söylenen Sergey Skripal’in zehirlendiğine yönelik iddia, İngiltere ile  Rusya arasındaki ipleri ciddi olarak germiştir.   Türkiye ise çok hassas bir dengede duruyor. Sovyetler döneminde iki ülke arasında çok sınırlı ilişkiler mevcuttu. Ama şimdi Rusya’nın birinci büyük ticari partneriyiz. Dolayısıyla ticaret, enerji gibi alanlarda birbirimize karşı çok büyük bağımlılıklarımız var. Bu durumda Türkiye’nin dengeli bir politika izlemesi doğaldır. Rehavete kapılmaya müsait bir yapımız var. Gelişmiş ülkelerde pazarlar daralırken, özellikle enerji ihraç eden ülkelerde ticaret çok gelişti ve bu ülkelerde iyi paralar kazanan temsilcilerimiz var. Bu her zaman devam etmez. Daha önce biz Avrupa’ya büyük boyutlarda tekstil ihracatı yapıyorduk, ama çok az markamız vardı, genelde fason çalışıyorduk. Neticede Çin ve Hindistan girdikten sonra o pazarların büyük bir kısmını kaybettik. Bu Rusya için de geçerli. Kim ne yapıyorsa marka olmak zorunda, teknolojiye yatırım yapmak zorunda. Bugün Çin’de piyasada tutunabilen ayakta kalan iki kurum var, marka firmalar ve teknolojiye sahip firmalar. Bunun dışındaki kurumlar rekabete ayak uyduramıyorlar. Aynı şartlar Rusya ve diğer bölgeler için de geçerli. İşadamlarımızın sürekli kendilerini geliştirebilmeleri, kendi işleriyle ilgili çok ileriyi görebilecekleri doneleri toplamaları gerekiyor. Tozpembe dönemler geçicidir. Daha önce de Rusya’da yaşanan devalüasyon sonucunda ticaretimiz çok ciddi darbeler almıştı. Dolayısıyla hep markaya, teknolojiye ve kurumsallaşmaya yatırım yapmak gerektiğini düşünüyorum. Dünyadaki yeni konsept ise, firmaları bunalıma sokmadan dengeli bir kriz yönetimi sergilemek. Dünya her gün yeni türbülanslara gebe ve herkes birbirinden etkileniyor. Tabi bu arada Türkiye, sürekli denge politikası izleyen, kendi içinde stabil bir yapı olmamak zorunda. Sürekli olarak kendi gelişimini, yakın kuşağından başlamak üzere Kafkaslarda, Afrika’da, Merkez Asya’da, Balkanlarda, Orta Asya’da, Asya’nın diğer bölgelerinde, Güney Amerika’da, yani Batı Avrupa ve Amerika’nın dışındaki bütün diğer alanlarda çokça güçlendirmek mecburiyetindedir. Her zaman belli bir dengede olacaksınız zaten. Türkiye tek başına dünya siyasetine yön verecek bir güç değil şu anda. İmparatorluk dönemi geride kaldı. Ancak bu yüzyılın birkaç kutup içerisinde cereyan edeceğini düşünürsek, Türkiye’nin hem iç hem de dış dinamiklerinin, bu dengelerin değişimine paralel olarak oluşan tabloya çok güçlü bir şekilde uyum sağlayacağını umuyorum. Eğer Türkiye bu iç ve dış dinamiklerini düzgün tutmazsa ve kendi içindeki kavgalarla enerjisinin üçte ikisini toprağa vermeye devam ederse yarın o dengeler hızla değiştiğinde, bir başka gücün hegemonyasına girmek zorunda kalabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin saygın, etkin bir devlet olarak gücünü devam ettirebilmesi, millet olarak yoluna devam edebilmesi için hem iç dinamiklerinin çok sağlam, hem de dışarıdaki dinamiklerinin çok güçlü olması gerekiyor. Tabi bunu sağlayacak en temel unsurlar da, ekonomi ve kültürdür. Bu tarihi birikim ve tecrübeye sahip olduğumuzu asla unutmayalım. Hayallerimiz, bu birikimimizle daha da özgüven kazanacaktır. AFRİN’e yaptığımız Zeytin Dalı Harekatı, bizim küllerimizden yeniden doğmamıza, uyuyan devin uyanmasına, tarihi tecrübemizi yeniden hatırlamamıza ve 21. Yüzyıl’a damga vuracak olan yükselişimize ve Tarihe, tarihi kayıt koymamıza zemin hazırlamaktadır. Saygılarımla…
Ekleme Tarihi: 16 Mart 2018 - Cuma
GÖKMEN

Tarihe, Tarihi Kayıt

Tarihe, Tarihi Kayıt


Tarih şuuru, tarih bilinci vb… ifadeleri; açık oturumlardaki modaratörler  ve katılımcılar tarafından sıkça ve konferans salonlarındaki sunucu ve konferans verenler tarafından mütemadiyen bizlere sürekli hatırlatılır.


İnsanın tarihi anlamda kendisini belli bir menşee dayandırması, belli bir kavimle bağının bulunması, belli genleri taşımış olması;


beslendiği köklerin karakterini bilmesi açısından, kendisini belli bir zemine oturtması açısından, zamanı ve mekanı tarihi bir zemine çekmesi açısından ve tabii ki, kendi kişilik ve kimlik arayışına yön vermesi açısından son derece önemlidir. Bu tip yaklaşımları saygı ile karşılamak gerekir.


İnsanın tarihi köklerine dayanarak kendini, kendi kabilesini, kendi sülalesini övmesi ne kadar yanlış ise,  yine insanın kendi tarihine sövmesi, kendi tarihini yok sayması, kendi tarihi ile yüzleşmemesi, kendi tarihi ile hesaplaşmaması ve kendi tarihini yok sayması da bir o kadar yanlış ve tehlikelidir.


Hemen arz edeyim ki, gerek kendi bilgi ve kendi tevatürlerimi sorgulayıp bireysel anlamda köklerime baktığım zaman veya son zamanlarda sıkça yapılan Soy Ağacımı incelediğim zaman veya mensubu olmaktan büyük onur, kıvanç ve şeref duyduğum Türk Milleti’nin tarihinde şöyle bir sörf yaptığım zaman, beni rahatsız eden kayda değer bir hadise ile karşı karşıya kalmıyorum.  


İnsanın sağlıklı genetik kodlara sahip olması, embiryonun sağlıklı olmasına, sağlıklı embiryonun olması bireyin sağlıklı dünyaya gelmesine, sağlıklı doğum sağlıklı çocukluk döneminin geçmesine, sağlıklı çocukluk döneminin geçmesi sağlıklı ergenlik yaşamasına, sağlıklı ergenlik sağlıklı gençlik, sağlıklı gençlik sağlıklı olgunluk ve sağlıklı olgunluk sağlıklı ihtiyarlık dönemlerinin geçmesine sebep olduğu gibi, bireyin karakterinin düzgün olması, ailenin ahlaki yapısının iyi olması da, toplumun ve milletin de karakter ve ahlakının temiz ve iyi olması anlamına gelmektedir.


 Zira erdem, fazilet, kadir şinaslık, ahde vefa, başkalarına yardım, sıla-yı rahm, örf – adetler,  gelenek -görenekler  sağlıklı toplum ve sağlıklı millet demektir. Ve tabi ki,  onlara gereken değeri verme  de geleceğimize, istiklal ve istikbalimize yapılan yatırım demektir.


Uzun süredir Türkiye üzerinde çok ama çok ciddi senaryolar yazılıp-çizilmekte ve yine uzun süredir Ortadoğu ve İslam dünyası üzerinde zimmi ve aleni bir şekilde çok önceden yazılan senaryoların gerçekleşmesi için operasyonlar düzenlenmektedir. Dünyadaki egemen güçler, emperyalistler ve zannımca hiç doymayacak olan sülük yapılı vampir kılıklı sürüngenler İslam Dünyasının kanı ile beslenmeye devam etmek istemektedirler. Zira kan ile, gözyaşı ile, emek ve beyin hırsızlığı ile bugüne  dek hayatiyetini devam ettiren ve semiz bir şekilde kendini besleyen bu iğrenç yapı; aynı anlayışın devamını ve aynı düzenin devamını talep etmektedir.


Libya bu şekilde kimlik ve kişiliğini kaybetti, Tunus bu şekilde iğdiş hale getirildi, Irak’ın damarlarındaki taze ve verimli kan bu şekilde boşaltıldı, şu anda Suriye’nin al yuvarları ve ak yuvarları bu şekilde semiriliyor. Fakat şundan emin olalım ki, eğer, alın size tüm bedenimizi verelim desek yine isteyecekler, yine bizden ve mazlum milletlerden geçinme yollarını aramaya devam edecekler. Fakat şöyle bir durum da var, onlar bizim yok olmamıza da razı değiller. Çünkü biz hayatiyetimizi devam ettirelim, yaşamımızı devam ettirelim ki, onlar beslenmeye devam edebilsinler. Ama asla beynimizi, zekamızı kullanmayalım, teknolojiyi biz üretmeyelim.


Onlar istiyorlar ki; bir uçak yapsınlar, Konya Ovasının bütün mahsülünü devşirebilsinler, bir füze yapsınlar Harran Ovasının bütün gelirini semirebilsinler, bir uydu yapsınlar Karadeniz Bölgesinin Akdeniz Bölgesinin, Marmara Bölgesinin, ve Güzelim Ege Bölgesinin bütün güzelliklerinden yararlanabilsinler, bir nükleer santral kursunlar, güneydoğu Anadolu’nun ve Doğu Anadolu’nun tüm coğrafi, tarihi güzelliklerini işgal edebilsinler  ve insan kaynaklarını köleleştirebilsinler. 


İnanını dostlarım zaman zaman denir ya, tarihe tanıklık ediyorsunuz diye. Nasıl ki herkes kendi yaşamış olduğu zaman dilimine tanıklık ediyorsa, samimiyetimle söylüyorum ki bizler de, gelecekte dünyanın dönüm noktalarından sayılabilecek hadiselere farkında olalım veya olmayalım tanıklık ediyoruz. 


90’lı yıllarda Sovyetler Birliği soğuk savaş sürecinde olan dünyanın iki kutbundan bir tanesi idi. Sovyetler Birliğinin merkezindeki adil olmayan gelir dağılımı ve bürokratik dağılım politikasının bozulmasıyla birlikte Sovyetler Birliği dağıldı. Yani kendisinden çok sayıda bağımsız cumhuriyet doğdu. Rusya özellikle ideolojik olarak yerleşmiş olduğu bütün coğrafyaları kaybetti.


Büyük devletlere baktığınızda, geçmişte bir Osmanlı İmparatorluğu, günümüzde Amerika vb. yapıların hiçbirinde tek ulusluluk yoktur, çok ulusluluk ve çok kültürlülük vardır. Ve bu çok kültürlülüğün rekabetinden büyük devletler doğmuştur.. Sovyetler Birliği bunu ideoloji temelinde örgütlemişti. Ancak bu ideolojik sistem, ekonomik sistemle birlikte çalışamaz hale gelince yıkılmıştır..


Büyük devletlerin idealleri hiçbir zaman bitmez. Gerçekleşse de bitmez gerçekleşmezse de de bitmez. Bu, ülkelerin dinamizmini ve direnç kabiliyetini güçlendiren bir olgudur. Gizli veya açık her ülkenin hedef ve idealleri vardır. Bence, 19. yüzyıl Avrupa çağıydı. 20. yüzyıl Amerika çağıydı. 21. yüzyıl ise Asya çağı olacak ve oluyor da zaten.


Avrupa ve ABD’nin çöküş trendine girmesinin sebeplerinden bir tanesi de, Batı Avrupa ve Amerika merkezli ekonomik kültürel sistemin tıkanmasıdır. Ahlaki ve toplumsal olarak büyük bir erozyona uğramasıdır.


Bir diğeri de doğanın bir gereği olarak her varlığın bir ömrünün olduğu gibi, Avrupa ve Amerika’daki bu sistemin de teknolojik üstünlüğünü korumakla birlikte yaşlanmış olmasıdır. Ve Asya’nın enerji kaynakları üzerindeki tartışılmaz hakimiyeti de bu süreci hızlandırıyor.


Küreselleşmenin gelişmesiyle birlikte ülkeler az ya da çok birbirine bağımlı hale geldi. Kendi iç dinamikleriniz ne kadar sağlamsa o kadar az bağımlısınız demektir. Ülkemizin son zamanlarda özellikle savunma sanayi alanında yapmış olduğu hamleler bizi daha bağımsız hale getirmiştir.


En son patlak veren Gürcistan Savaşıyla birlikte ABD-AB ve Rusya arasında ortaya konulan keskin tavırlar sanki bir kutuplaşmanın da habercisi gibi görünüyor. Yine şu an itibari ile, geçtiğimiz hafta bir alışveriş merkezinde aniden rahatsızlanan eski Ruj ajanı olduğu söylenen Sergey Skripal’in zehirlendiğine yönelik iddia, İngiltere ile  Rusya arasındaki ipleri ciddi olarak germiştir.


 


Türkiye ise çok hassas bir dengede duruyor. Sovyetler döneminde iki ülke arasında çok sınırlı ilişkiler mevcuttu. Ama şimdi Rusya’nın birinci büyük ticari partneriyiz. Dolayısıyla ticaret, enerji gibi alanlarda birbirimize karşı çok büyük bağımlılıklarımız var. Bu durumda Türkiye’nin dengeli bir politika izlemesi doğaldır.


Rehavete kapılmaya müsait bir yapımız var. Gelişmiş ülkelerde pazarlar daralırken, özellikle enerji ihraç eden ülkelerde ticaret çok gelişti ve bu ülkelerde iyi paralar kazanan temsilcilerimiz var. Bu her zaman devam etmez. Daha önce biz Avrupa’ya büyük boyutlarda tekstil ihracatı yapıyorduk, ama çok az markamız vardı, genelde fason çalışıyorduk. Neticede Çin ve Hindistan girdikten sonra o pazarların büyük bir kısmını kaybettik. Bu Rusya için de geçerli. Kim ne yapıyorsa marka olmak zorunda, teknolojiye yatırım yapmak zorunda. Bugün Çin’de piyasada tutunabilen ayakta kalan iki kurum var, marka firmalar ve teknolojiye sahip firmalar. Bunun dışındaki kurumlar rekabete ayak uyduramıyorlar. Aynı şartlar Rusya ve diğer bölgeler için de geçerli. İşadamlarımızın sürekli kendilerini geliştirebilmeleri, kendi işleriyle ilgili çok ileriyi görebilecekleri doneleri toplamaları gerekiyor. Tozpembe dönemler geçicidir. Daha önce de Rusya’da yaşanan devalüasyon sonucunda ticaretimiz çok ciddi darbeler almıştı. Dolayısıyla hep markaya, teknolojiye ve kurumsallaşmaya yatırım yapmak gerektiğini düşünüyorum. Dünyadaki yeni konsept ise, firmaları bunalıma sokmadan dengeli bir kriz yönetimi sergilemek. Dünya her gün yeni türbülanslara gebe ve herkes birbirinden etkileniyor.



Tabi bu arada Türkiye, sürekli denge politikası izleyen, kendi içinde stabil bir yapı olmamak zorunda. Sürekli olarak kendi gelişimini, yakın kuşağından başlamak üzere Kafkaslarda, Afrika’da, Merkez Asya’da, Balkanlarda, Orta Asya’da, Asya’nın diğer bölgelerinde, Güney Amerika’da, yani Batı Avrupa ve Amerika’nın dışındaki bütün diğer alanlarda çokça güçlendirmek mecburiyetindedir. Her zaman belli bir dengede olacaksınız zaten. Türkiye tek başına dünya siyasetine yön verecek bir güç değil şu anda. İmparatorluk dönemi geride kaldı. Ancak bu yüzyılın birkaç kutup içerisinde cereyan edeceğini düşünürsek, Türkiye’nin hem iç hem de dış dinamiklerinin, bu dengelerin değişimine paralel olarak oluşan tabloya çok güçlü bir şekilde uyum sağlayacağını umuyorum. Eğer Türkiye bu iç ve dış dinamiklerini düzgün tutmazsa ve kendi içindeki kavgalarla enerjisinin üçte ikisini toprağa vermeye devam ederse yarın o dengeler hızla değiştiğinde, bir başka gücün hegemonyasına girmek zorunda kalabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin saygın, etkin bir devlet olarak gücünü devam ettirebilmesi, millet olarak yoluna devam edebilmesi için hem iç dinamiklerinin çok sağlam, hem de dışarıdaki dinamiklerinin çok güçlü olması gerekiyor. Tabi bunu sağlayacak en temel unsurlar da, ekonomi ve kültürdür. Bu tarihi birikim ve tecrübeye sahip olduğumuzu asla unutmayalım. Hayallerimiz, bu birikimimizle daha da özgüven kazanacaktır.


AFRİN’e yaptığımız Zeytin Dalı Harekatı, bizim küllerimizden yeniden doğmamıza, uyuyan devin uyanmasına, tarihi tecrübemizi yeniden hatırlamamıza ve 21. Yüzyıl’a damga vuracak olan yükselişimize ve Tarihe, tarihi kayıt koymamıza zemin hazırlamaktadır. Saygılarımla…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ipekyoluhaber.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
( (