(Büyük Mücahid Osman Batur’un Şehadeti’nin 69. Yıldönümü Anısına)
I.Çin dünyamızın ve küresel düzenin en önemli ülkelerinden biri. Onyıllarca süren batı/doğu sömürgeciliğinin kurbanı olduktan sonra bugünlere kadar uzanan zor, engebeli ve kesin sayıları bilemesek bile belki milyonların da yaşamına malolan köklü siyasi,iktisadi ve kültürel bir dönüşümle küresel sistemin en önemli aktörlerinden biri haline gelmeyi başardı.Bu gelişim süreci k.virüs salgınıyla ciddi sarsıntılara uğrayabilecek olsa bile, muhtemelen yakın gelecekte de Çin’in göz yumulması mümkün olmayan bu yürüyüşü devam edecek. Ancak bu etkileyici tablonun bir de başka yüzü var. O da aynı şekilde, ancak olumsuz yönde etkileyici, acı ve en başta biz Türkler, müslümanlar olmakla bütün insanlık için kabulü mümkün olmayan bir tablo. Onyıllardır dünyanın birçok ülkesinde, başkentlerde, büyük şehirlerde durmaksızın yürüyen, çağımızın en büyük insan hakları ihlallerinin, baskı ve yıkımlarının kurbanı bir millet için yankısız kalsa bile sesini yükselten, çığlık atan insanlar var. Sınırlı imkanlarıyla televizyonlarda, toplantılarda, sokaklarda çeşitli sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinde, geride bıraktıkları kardeşleri, insanları, eritilmeye çalışılan ihtişamlı medeniyetleri, özetle kimlikleri ve değerleri için mavi ayyıldız bayraklarını yükseltiyorlar. 1944’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti Milli Meclisi’nce kabul edilmiş, kendi lehçelerindeki ifadesiyle kök bayrak dünyanın en mazlum halklarından biri olan Uygurları temsil ediyor. Yaptıkları barışçıl gösterilerle kamuoylarını, hükümetleri uyarmak, onların dikkatini bu trajediye çekmek istiyorlar. Zira birçok hükümet küresel düzenin en güçlü birkaç aktöründen biri olan Çin’le enerji, ticaret,yatırım vb. ilişkileri nedeniyle Uygurların bu trajedisi konusunda sessizliği tercih ediyor. Bir tarafta yükselen Çin’le ticari,ekonomik,yatırım ilişkileri kurma arzusu, bir tarafta da bu ülkenin ağır insan hakları ihlallerine göz yummak ve sessiz kalmak bugünün dünyasının en büyük küresel paradokslarının birini oluşturuyor.
Geçmişten bugüne Türk aydınlarının en çok ilgi duyduğu uzak diyarlar arasında D.Türkistan meselesi ilk sıralarda yeralır. Romancı,siyasetçi ve düşünür konuya duyarsız kalmış isim epeycedir. Düşünür Sezai Karakoç’un,örneğin, sadece bugün değil neredeyse yarım asırdır bu insanlık meselesine dikkat çeken, başkaları sustuğunda bile bu trajediye işaret etmeyi sürdüren öncü isimlerden biri olduğunu biliyoruz.Birçok hassas ülke için Çin’le siyasi ilişkilerinin önemli bir boyutunu da mutlaka bu mesele teşkil eder. Yine Türkistan’dan bahsedildiğinde ülkemizde herkesin hatırladığı bir konu varsa o da bölgedeki soydaş ve dindaşlarımızın Kurtuluş Savaşı’na yardım amacıyla Rusya üzerinden gönderdikleri altınlardır. Buna aracılık eden Rus bolşeviklerin bu altınların ne kadarı gasp ettikleri,ne kadarını bize gönderdikleri ise ayrı bir konudur ve araştırılması tarihçilere düşen bir meseledir.
Her ne kadar bölgedeki gelişmeler ilgi varsa da ülkemizde konuyla ilgili bilgilerin sınırlı olduğunu keza söylemeliyiz. Bu bakımdan kısaca hatırlatmak gerekirse, Türkistan bölgesi genelde Batı ve Doğu Türkistan olarak düşünülür. Batı Türkistan 15.yüzyıldan itibaren adım adım, özellikle de Altın Orda devletinin yıkımı sonrasında işgal edilmiştir. Tataristan, Kazak Hanlığı, Hive, Buhara, Hokant... Ta ki 1990’da SSCB’nin yıkılması sonrası orta asya cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kadar. Kadim bir Türk yurdu ve Asya’nın da kalbi olan Doğu Türkistan ise bugün tamamen Çin yönetimindedir. Çinlilerin “Sincan” dedikleri coğrafya genelde; Cungarya-Tarım ve Çaydam bölgelerine ayrılır. Kaşgar,Aksu,Hoten,Turfan,Yarkent,Gulca tarihi merkezlerdir. Doğu Türkistan, 1.8 milyon km.2 yüzölçümü ile ülkemizin neredeyse iki katıdır, buna mukabil nüfusu ise net olmamakla birlikte 25-30 milyon arası tahmin edilebilir. 15-20 yıl öncesine kadar Doğu-Türkistan’da müslüman Türk nüfusu genel toplamın %70-80 kadarı iken bugün %50’lere kadar inmiştir. Doğu Türkistan’ın başkenti 20 milyonluk tarihi Urumçi şehrinin neredeyse tamamına yakını Çinlidir ve Doğu Türkistanlılar ise birkaç mahalleye sıkışmış durumdadır. Kaşgar, Hotan, Aksu, Turfan, Gulca gibi diğer şehirlerde de bu oran %50-70 gibi bir seviyededir.
Tarihen Göktürklerin, Uygurların, Hunların, Karahanlıların ve birçok devletin, imparatorluğun merkezi olmuş bir bölgedir Türkistan. Ancak bağımsızlığını kaybetmesinin ardından çoğu kez Çin ve Rusya arasında paylaşım ve güç mücadelelerine, bazen de ikisinin ortak stratejilerine kurban olmuştur. İngiltere de bölgeye hiçbir zaman ilgisiz kalmamıştır. Bölgeyi 1759 yılında Çinliler işgal etmişse de, 1870’de Yakup Bey Kaşgar merkezli Doğu Türkistan’ı birleştirmeyi başarmıştır. Yakup Bey, Osmanlı devletine bağlılığını ilan etmiş, Halife adına hutbe de okutmuştur.13 yıllık bağımsızlığın ardından 1877’de Çin ülkeyi tekrar işgal etmiştir.1933 yılında Kaşgar’da Sabit Damolla önderliğinde bir kez daha kurulan Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti ise dünyada Türkiye’den sonra ikinci bağımsız Türk ülkesidir. Bağımsızlık bölge insanları için asla vazgeçilmezdir. Bir kez daha Ruslar ve Çinliler bu devleti yıkarlar. Sonradan 1944 yılında Alihan Töre önderliğinde Gulca’da Doğu Türkistan Cumhuriyeti tekrar kurulur ancak bu ikinci bağımsız devlet de Rus, Çin ve İngilizler’in işbirliğiyle yine yıkılır. Doğu Türkistan son olarak 1949 yılında işgal edilir ve o tarihten sonra bugünlere uzanan bir tarih dilimi başlar.
II. Çin’in Doğu Türkistan’da yıllardır süren asimilasyon uygulamaları en ağır şekilde devam ediyor. Son yıllarda da en ileri düzeylere taşınmış durumda. Çinli göçmenlerin bölgeye yerleştirilmesi,Türkçe konuşmaya sınırlama,kimliğin,ibadetlerin,seyahat özgürlüğünün yasaklanması, din ve vicdan hürriyetinin yok sayılması, giyim-kuşam geleneklerine müdahale bu baskıların sadece bazılarıdır. Pan-Türkizm suçlaması ise bu uygulamalarda etkin bir araç olarak kullanılmaktadır.
Son dönemdeki baskılar, 2014’de bölgede aşırılıkla savaş başlıklı programın başlamasıyla artmış, Doğu Türkistan’da eğitim kampları inşasına başlanmış, yüzbinlerce Türkistan’lı bu kamplarda fikri islahat ve ideolojik arındırma, mecburi mandarin Çincesi öğrenme, kimlik reddi, ÇKP marşları öğrenimi gibi eğitimlere tabii tutulmuştur. Bu baskı döneminin katlanılması mümkün olmayan en ağır uygulaması ise 2017’de başlatılan ortak aile programıyla bilhassa kırsal kesimlerdeki müslüman ailelere Çinli memurların yerleştirilmesi, mecburi evsahipliği yaptırılması oluyor. Bu program dahilinde çok sayıda resmi görevlinin müslüman Türk ailelere zorunlu misafir olduğu belirtiliyor.
Bazı yorumlara göre, bu baskıların ve zulmün örnekleri; 1966-67 Çin kültür devrimi döneminde bile görülmemiştir.
Çin hükümeti’nin ABD’deki 2001 eylül saldırıları sonrasında Uygurlara karşı “cihadist ayrılıkçılar” söylemini kullanmaya başlaması da uluslararası sistemde stratejik destek aramaya yöneliktir.Bu süreç D.Türkistan meselesinde kritik bir aşama teşkil eder.
Türkiye, Doğu Türkistan gelişmeleri gündeme geldiğinde muhakkak ki en önemli ülkelerden biri olmaktadır. Her şeyden önce sözkonusu sorunun kurbanı Uygur Türkleridir ve İslam dünyasının da mazlum halklarından biridir. Bununla birlikte, Türkiye, Çin’de Doğu Türkistan’da yaşanan bu gelişmelere karşı zaman zaman sesini yükseltse de bunların stratejik değil bir anlamda noktasal, olayların gelişimine endeksli tepkiler olduğu, son dönemde daha bir sessizliği tercih ettiği çeşitli çevrelerce eleştiri konusu yapılmaktadır. Ancak konuya Türk kamuoyunun da etkisiyle İslam ülkelerinin genelinden daha ileri düzeyde bir hassasiyet gösterildiği de söylenmelidir. Nitekim, geçmişte Çin’in bu uygulamalarının adeta soykırım olarak görüldüğü en üst düzeyde açıkça dile getirilmişti. Bununla birlikte,son yıllarda Türkiye’nin müslüman coğrafya dahil uluslararası sistemde giderek yalnızlaşması, rasyonel diplomasiye sekte vuran siyasi tercihler nedeniyle bilhassa batılı ülke ve kuruluşlarla ilişkilerinin adeta çıkmaz sokağa girmesi, öte yandan Çin’le ticaretinin önemli bir düzeye çıkması (önemli bölümü Çin’in Türkiye’ye ihracatı olmakla 25 milyar USD civarında), Kuşak Yol gibi büyük girişimlerin içinde yeralması gibi unsurlar dikkate alındığında, bu gelişmelerin Türkiye’de Çin’e karşı radikal tepkilere set çeken ana faktörler olarak görülmesi mümkündür. Bir bakıma Çin’le yakın ilişkiler ve işbirliği tesisiyle Uygurlara yönelik ağır insan hakları ihlallerine hassasiyet arasında rasyonel bir dengenin kurulamamış olmaktadır. Nitekim; örneğin, korona virüs salgınına karşı geçtiğimiz şubat ayında Türkiye’nin Çin’den hayvan ithaline geçici yasak getirilmesine Çin tarafının bu adımın ikili ilişkilerimizi olumsuz etkileyebileceği (?) tarzındaki tuhaf tepkisi Pekin’in ilişkilerimizi Uygur konusuna rehin mi tuttuğu şüphesini de beraberinde getirmektedir.
Konuyla ilgili uzmanlar gerçekten de Çin’in Uygurlara baskıları konusunda Türkiye’nin tepkisinden çekindiğini hatta buna göre kendine çeki düzen verebileceğini, zira bu tepkilerin Doğu Türkistan’da karşılığının bulunduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla Türkiye bu ülkeyle ilişkilerini ve işbirliği imkanlarını değerlendirirken, bu özgül ağırlığını göz ardı etmemelidir. 2012’den bu yana Çin’den Türkiye’ye Devlet Başkanı düzeyinde herhangi bir resmi ziyaret olmazken, Türkiye’den bu ülkeye çeşitli vesilelerle ve mütekabiliyet de gözetmeyen sık üst düzey ziyaretler yapılmasının, Doğu Türkistan sorununun bugüne kadar TBMM’de ele alınmamasının, hatta bu yöndeki bazı girişimlerin reddinin veya Temmuz 2019’da bir grup BM İHK üyesinin Çin’in bölgedeki uygulamalarını kınayan ortak mektubuna bilemediğimiz gerekçelerle katılınmaması gibi çeşitli hususlar birtakım soruları kaçınılmaz olarak akla getirmektedir.
III. Çin’deki Uygurların trajedisi çeşitli devletlerin ve uluslararası kuruluşların da gündemindedir.
a.Avrupa Parlamentosu Uygurların davasını yakinen izleyen kuruluşlardandır. 2019 AP Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü AP Başkanı David Sassoli tarafından, ayrılıkçılık suçlamasıyla 2014’den bu yana hapishanede bulunan Uygur insan hakları savunucusu Profesör İlham Tohti’ye verilmiştir.
Yine AP’nin 19 aralık 2019 tarihli Çin’deki Uygurların durumu hakkındaki kararında; Başkan Şi Cinpin döneminde insan hakları durumunun çok kötüleştiği, 2014’de başlatılan “Teröre Karşı Şiddetli Darbe” siyaseti nedeniyle Uygur ve Kazakların şartlarının ağırlaştığı, Çin’in dini ve milli haklara karşı savaş açtığı, dini aşırılıkla mücadele kisvesi altında 1 milyona yakın insanın ideolojik beyin yıkama kamplarına alındığı, özel veya toplumsal yaşamda en küçük inanç göstergelerinin bile aşırılık kabul edildiği belirtilerek anılan merkezler bugünkü dünyanın en büyük kitlesel gözaltı kampları olarak tanımlanmakta, ayrıca buralardaki işgücünün uluslararası şirketler için bedava işgücü olarak kullanıldığı iddialarına karşı bu ürünlere AB pazarlarında yerverilmemesi çağrısı yapılmaktadır.
b.BM Irk Ayrımcılığıyla Mücadele Komitesi (CERD) Ağustos 2018 tarihli raporunda kamplarda tutulan Uygurların serbest bırakılması çağrısı yapmış, terör ve dinsel aşırılık bahanesiyle çok sayıda müslümanın herhangi bir suçlama veya yargılama olmaksızın uzun süreler hapiste tutulduğunu, selamlaşmanın bile aleyhte delil kabul edildiğini belirtmiştir.
c. Çin-ABD Kongre İcra Komisyonu-CECC; 2019 yılına ilişkin yayımladığı Yıllık İnsan Hakları Raporu'nda, Çin'e yaptırım uygulanmasını istemiş, ABD'li yetkililere ticari müzakereler dahil olmak üzere Pekin'le olan ilişkilerde hak ihlallerini göz önünde bulundurulması çağrısında bulunmuştur.CECC- 2020 raporunun Doğu Türkistan kısmında yeralan ihlallerden bazıları şöyle sıralanıyor; çok sayıda Uygur, Kazak, Kırgız ve diğer azınlık mensuplarının tutukluluğunun sürmesi, kampların genişletilmesi, baskıların ve asimilasyonun devamı, aileleri kamplarda bulunan çocukların akrabalarına verilmeyip, yetimhanelere ve sosyal merkezlere yerleştirilmesi. Raporda Pekin yönetimine teknolojik destek sağlayan Çinli şirketlerin ABD piyasasına erişiminin gözden geçirilmesi tavsiyesinde de bulunulmaktadır.
d.ABD Dışişleri Bakanlığı 2019 İnsan Hakları Uygulamaları Raporunda Doğu Türkistan’da süren ihlaller kapsamlı şekilde değerlendirilmiş, bölgedeki uygulamalar asrın lekesi olarak nitelendirilmiştir.
e. Çin’in insan hakları alanında geçmiş yıllardaki savunma anlayışından ayrılarak karşı taarruz politikalarına yöneldiğini de izliyoruz. Çin’in son 10 yılda Avrupa varlıklarından 300 milyar doların üzerinde satın aldığı veya yatırım yaptığı, yine Çin’in Avrupa’da ABD’ne kıyasla % 45 oranında daha fazla faaliyet gösterdiği söylenmektedir. İslam ülkelerine yönelik ticari ve yatırım hamleleri de genişlemektedir. Bu yoğun faaliyetlerin siyasi sonuçları da olmaktadır. Örneğin geçtiğimiz Temmuz ayında BM İnsan Hakları Konseyi’nde 22 ülke Çin’i muhatap bir ortak mektupla ülkedeki insan hakları ihlallerine, geniş çaplı tutuklamalara, sistematik izlemelere, takiplere, özgürlüklerin sınırlandırılmasına işaret etmiş, bir İHK üyesi olan Çin’in sorumluluklarını hatırlatmışlardır. Buna mukabil Çin’in tepkisi son derece ilginç olmuş, yanına Sudan,Mısır,Katar,Pakistan,K.Kore, Belarus ve Suriye gibi bazı müslüman ülkeleri de alarak 32 imzalı bir cevabi ortak mektup yayınlatmıştır. Bu mektupta, insan hakları konusunun siyasileştirilmesine karşı çıkılıyor, Çin’in bölgedeki çeşitli uygulamaları, terör ve radikalizmle mücadele kapsamında görülerek destek veriliyor ve güya bölgede güvenlik ortamının bulunduğu, bütün etnik grupların temel insan haklarının korunduğu, insanların mutlu, huzurlu oldukları ileri sürülüyordu. Adeta, Çin makamlarının elinden çıkmış bir belge gibi. Nitekim, aynı toplantıda söz alan Çinli temsilci de bu destek için imzacılara teşekkür etmiştir.
Bununla birlikte, her ne kadar, batılı ülkelerin Uygur trajedisine karşı hassasiyetlerinden bahsedilebilirse de, bunun istikrarlı, uzun vadeli ve stratejik bir siyaset mi olduğu, bu konuda ortak bir dilin bulunup bulunmadığı tartışmalıdır. Burada sadece Alman-Çin ticaret hacminin (örneğin 2018 için) 220 milyar usd olduğunun, Almanya’nın Uygur bölgeleri başta Çin’de önemli yatırımlarının bulunduğunun da bilinmesi gerekir. Gerçi bazı son araştırmalarda, Çin’deki şirketlerin kaydadeğer bir bölümünün ABD-Çin gerginliği,yükselen emek,üretim maliyetleri vb. başta olmakla çeşitli nedenlerle Çin’den ayrıldığını/ayrılmayı düşündüğünü ortaya koymaktaysa da bu kadar ileri düzeydeki Alman-Çin ticaret-yatırım ilişkisi Uygur sorunlarına bakıştaki kırılganlığı da açıkça göstermektedir.
f. Öte yandan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nı da zikretmek gerekiyor. Kuruluşunda “üye olmayan ülkelerdeki İslam topluluklarının ve azınlıklarının hak,onur, dini ve kültürel kimliklerinin korunmasını” en temel hedeflerinden biri kabul eden örgütün, bu hassas konularda ne kadar büyük bir zaafiyet içinde bulunduğu, gündemdeki konuların üye ülkelerin siyasi çıkarlarının süzgecinden geçtiği, alınan kararların yeterince takip edilemediği, bu nedenle çokça tartışmaların yaşandığı biliniyor. İşte D.Türkistan sorunu da teoride dünyanın en çok üyeli örgütlerinden biri olan (BM’nin ardından ikinci), 57 ülkeyi ve 1.6-1.7 milyar müslümanı birleştiren İİT’in kuruluş ve varoluş nedenleri bakından gerçek bir çelişki teşkil etmektedir. 2 mart 2019’da BAE’de yapılan 46.Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda kabul edilen kararda “...Çin’in Müslüman vatandaşlarına gösterdiği ilgi ve desteğin övülmesi, Çin ile İİT arasında işbirliğinin devamının beklendiğinin belirtilmesi ...” bunun somut bir göstergesidir. Sonuçta, İİT’in meseleye bakışı bugün için bu yöndedir.
İİT’in iç yapısı, gerginlikleri bir tarafa bazı önde gelen üye ülkelerin Çin’le ticari-ekonomik işbirliğinin düzeyi bile tek başına dikkat çekicidir. Malezya; 110 m.usd, Endonezya; 70 m.usd, BAE, 50 m.usd, Türkiye; 23 m.usd, Bangladeş; 20 m.usd. (yıllık yaklaşık ticaret hacimleri) Burada S.Arabistan’ın Çin’le petrol ilişkileri de hatırlanmalıdır. Örneğin; Veliahd prens M.bin Salman’ın Çin’i ziyaret eder, bu ülkenin terörle mücadelesini desteğini, Çin’in işçilerine dış müdahaleye karşı olduğunu beyan eder, arkasından ARAMCO’nun Çinli şirketlerle petrol anlaşması gelir tabiatiyle. Bütün bunlar bir araya geldiğinde İslam ülkelerinin bu konudaki zaafiyet, bölünmüşlük ve etkisizliği de belirginlik kazanmaktadır.
IV. Doğu Türkistan sorunu meyanında sonuç olarak şu hususları ifade edebiliriz. Doğu Türkistan ve Uygurlar bugün dünyanın ve uluslararası düzenin en önemli insan hakları meselelerinden biridir ve önümüzdeki dönemde de bu konumunu sürdürecektir. Çin’e bu konuda duyulan güvensizlik ve iddialarının sorgulanırlığı daha da önplana çıkacaktır. Yaşamakta olduğumuz k.virüs tecrübesi de bu güvensizlik ortamını artıran bir faktör olacaktır. Pandeminin ilk döneminde üstünün örtüldüğü, gizlendiği ve uluslararası toplumla açıkça paylaşılmadığı yönünde Pekin’e yönelik ciddi eleştiriler ve soru işaretleri doğmuştur. Bunun etkisinin gelecek dönemde D.Türkistan bağlamında da kendini htirmesi, Çin’in tezlerine daha fazla şüpheyle yaklaşılması muhtemeldir.
Küresel liderlik iddiaları geçmişte ve modern dünyada sadece ticari,iktisadi,yatırım verileriyle ölçülmemektedir. İnsanlığa hangi değerlerin, mesajların sunulduğu, özgürlüklere, farklı kültürlere saygı, insan haklarına sağlıklı bakış vb. yeni dünyamızın evrensel değerleri olacaktır, olmalıdır. Bir ülkenin dünyadaki yerini de bu değerlere bakışı belirleyecektir. Bu bakımdan Çin’in uluslararası düzeyde konuya duyulan hassasiyeti tam olarak değerlendirebildiği, kendisine yönelik tepkileri kavrayabildiği söylenemez. Hükümetin Temmuz 2019 Beyaz Raporunda yeraldığı gibi “Uygurlar Türk değildir. Türk dilini konuşuyor olmak etnik kimlik anlamına gelmez. Uygurlar gönüllü olarak değil, savaşlar neticesinde İslama geçmişlerdir. Sincan bölgesi de her zaman Çin’in olmuştur” tarzında mesnedsiz görüşlerle Müslüman-Türk Uygurlara kendince ideolojik kimlikler biçme gayretleri, gerçek dışılığından başka Çin’in küresel liderlik gibi gayretleriyle de topyekun çelişki teşkil etmektedir. Bu anlamda Çin’e de büyük sorumluluklar, görevler düşüyor. Ne bugünün ne geleceğin dünyası milyonların haklarının,adaletin,özgürlüklerin ağır ihlallere maruz kaldığı bir dünya olmayacaktır.
Çin anayasasının ilgili bazı maddeleri de aslında insan ve vatandaşlık haklarıyla ilgili önemli hususları vurguluyor. Ülkedeki bütün milliyetlerin eşitliği (md.4) vatandaşların konuşma, basın, toplanma, dernek vb. kurma ve gösteri özgürlüğünün bulunduğu (md.35) Çin vatandaşlarının dini özgürlere sahip oldukları (md.36) vatandaşların özgürlüklerinin ihlal edilemezliği (md.37) bunlardan bazılarıdır. Ancak bunların bilhassa Uygurlar bağlamında Çin gerçekleri içinde karşılığının bulunmadığı da biliniyor.Uygur kimliğine saygı,koruma ve taleplerini karşılama ülke anayasasının da bir gereği olacaktır.
Meselenin özü aslında şudur; Gelişmekte olan yeni uluslararası sistem ve küresel düzen içinde Çin’in güçlü bir aktör olduğu ve önümüzdeki dönemde de bu yükselişinin muhtemelen devam edeceğinden hareketle, bu ülkeyle rasyonel, dengeli, karşılıklı yarara dayalı ikili,bölgesel ve uluslararası ilişkiler ve işbirliği imkanlarını kullanırken, öte yandan, “Doğu Türkistan’da ağır insan hakları ihlallerinin ortadan kaldırılması için her düzeyde diplomatik,siyasi yöntem,uyarı ve baskıları etkin tarzda kullanmayı da bu ülkeyle ilişkilerin stratejilerin anahtarı” kabul etmek. Bu ülkeye attığı her adımın bir maliyetinin olacağını hatırlatmak. Rasyonel diplomasi sorunların aşılabilmesi için etkin ve güçlü bir araçtır. Türkiye bakımından seçeneklerden birini diğerine tercih etmek gelişmeleri gerçekçi görememe veya aynı kökten olduğumuz bir halkın maruz kaldığı zulümlere göz yumma anlamına gelecek, dünyada mazlumların yanında olma söylemleriyle çelişki teşkil edecek, bu da ne halkımızın ne de tarih ve geleceğin affetmeyeceği bir durum olacaktır.
*****