( (

Davutoğlu: Dün FETÖ’nün Ak Parti’ye Yaptığını Bugün Hükümet Başkalarına Yapmak İstiyor! (VİDEOLU)

Gündem 29.06.2020 - 13:58, Güncelleme: 21.03.2023 - 03:23
 

Davutoğlu: Dün FETÖ’nün Ak Parti’ye Yaptığını Bugün Hükümet Başkalarına Yapmak İstiyor! (VİDEOLU)

Gündeme dair partisinin haftalık görüş ve önerilerini açıklayan Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, sağlığı ilk sıraya alarak açıklamasına pandemi sürecini değerlendirerek başladı. Eğitim, YKS, ekonomi, yargı, hukuk başlıklarında iktidar ve ortaklarına ilişkin çarpıcı eleştirilerde bulunan Davutoğlu'nun konuşmasının tamamı şöyle:
Önerilen Maske-Mesafe-Temizlik üçlüsünü günlük yaşamda kolaylaştırıcı ve uygulanabilir hale getirmeden, vatandaştan uyum beklenmesi gerçekle bağdaşmıyor. Maskenin kutusunun 50 tl'ye satılması alım gücü zayıf ve asgari ücretli vatandaşımıza ek yük oluşturuyor. Bu durum maskelerin kural dışı kullanımına sebep oluyor. Aynı maske farklı aile bireyleri tarafından bir kaç gün kullanılarak tasarruf yapılmaya çalışılıyor.   Öte yandan sosyal mesafe konusunda tavsiye edilenlerle gerçeklik arasında büyük farklar oluşuyor. İşine metro, otobüs, minibüs gibi toplu taşıma ile gidenlere Sayın Bakan'ın en az 1.5 hatta 2 metre mesafe tavsiyesine nasıl uyacaklarını, bir gün bu araçlarda seyahat ederek anlatmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Böyle bir tecrübe sonrasında kendisi de söyledikleri ile yaşanılan gerçeklik arasındaki mesafeyi fark edecektir.   Normalleşme sürecinde öncelikle ekonomi ve turizm temelli kaygıları karşılamaya yönelik uygulamaların uluslararası camiada pek karşılık bulamadığı görülmekte.   Ülkemiz, 200 bine ulaşan olgu sayıları, başarılı vaka yönetimi, tedavide farklı uygulamalar, yoğun bakım tedavi başarı oranları, ölüm oranlarındaki düşüklük ve sağlık çalışanlarının özverili çalışmalarına rağmen, pandemi konusunda uluslararası akademik makale yayımlama açısından çok gerilerde kalmıştır.   Bunun en önemli sebebi, verilerin şeffaf olmaması, çalışmaların etik kurul onayı dışında Sağlık Bakanlığı onayı olmadan organize edilememesidir. Birçok hastanede Covid kliniklerinde çalışan hekimler  hatta Bilim Kurulu üyeleri bile Türk vakalarının genel özellikleri konusunda bilgi sahibi olamamaktadır.   Uluslararası makale sayılarımızdaki bu eksiklik,  Avrupa Birliği üyesi ülkelerin kapılarını açacağı ülkeler arasında Türkiye'nin bulunmamasının en önemli sebebidir. Turizm ve özellikle sağlık turizmi açısından bu büyük bir sorundur. Önümüzdeki hafta salgının turizm sektörüne etkileri ve alınması gereken tedbirler konusunda detaylı açıklamalarda bulunacağım.   Veri paylaşımı ve bilimsel ürünler konusunda daha da vahim olanı akademik çalışmalara engel olunmasıdır. Sıfır makaleli akademisyenlerin rektör atandığı bir ülkede bu tablo normal görülebilir ama dünyada karşılığı yoktur. Sağlık düzelmeden hiçbir ekonomik sistem düzelmez. Uluslararası standartlarda pandemi verilerimizi yayımlamadan, veri şeffaflığı sağlamadan, ne kendi vatandaşımızın motivasyonunu artırabilir, ne de diğer ülkelere kapılarını açma konusunda güven verebiliriz.   "Gençler, Gelecek Partisi sizleri “Türkiye’nin bugünü”  olarak görmektedir" Hiç şüphesiz geçtiğimiz haftanın en önemli konusu milyonlarca öğrencimizi ve ailelerini doğrudan ilgilendiren üniversite sınavları idi.  Ben de sözlerime hayatlarında oldukça önemli bir badire olan üniversite sınavlarına giren gençlerimize koskoca bir geçmiş olsun diyerek başlamak istiyorum. Gençler, geçmiş olsun. İnşallah emeklerinizin karşılığını alırsınız. Çalıştınız, emek verdiniz… İnşallah çalıştığınızın karşılığını bu sorumsuz iktidarın yap boz politikalarına rağmen alacaksınız. Bu iktidar size ne kadar kulaklarını tıkasa da, sizin duygularınızı yok saysa da siz emin adımlarla yolunuza devam edin.   Gençler, Gelecek Partisi sizleri “Türkiye’nin bugünü”  olarak görmektedir. Biz bu ifadeyi parti programımıza inanarak koyduk. Biz yarınımızı da emanet edeceğimiz gençlerimizi öncelikle bugünümüzde görmek isteriz.  Gençlerimizin yarınlarımızı şekillendirmesini istiyorsak bugünlerinin müreffeh, özgür, adil ve ilkeli bir Türkiye içerisinde geçmesini sağlamanın sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Böylesi bir Türkiye’yi gençlere sunmak için de öncelikle iktidarda olanların örnek olması gerekmektedir.   Bugün gençler iktidara baktıklarında nasıl bir örneklik görmekteler? İfade hürriyetinin tam anlamıyla olduğu bir Türkiye mi görmekteler? Adaletin büyük ölçüde tesis edildiği, hukuk devletinin sorunsuz bir şekilde işlediği bir ülke mi görmekteler? Ayırımcılığın, adam kayırmacılığın, nepotizmin olmadığı bir iktidar mı görmekteler? Liyakatli olanın önünün açıldığı, fırsat eşitliğinin sağlandığı, torpil ve iltimasın olmadığı bir Türkiye mi görmekteler?Bütün vatandaşların eşit bir şekilde muamele gördüğü bir ülke mi görmekteler?   Okullarını bitirirken sorunsuz bir şekilde iş bulabilecekleri bir Türkiye mi görmekteler? Maalesef gençlerimiz bütün bu temel başlıklarda bambaşka bir ülke görmektedirler. Onun için de “dislike” demektedirler. “Dislike” ne peki? Hani artık hepimiz sosyal medya ile haşır neşiriz ama en yalın haliyle “beğenmiyorum” demek.   Peki Gençlerimizin beğenmediği nedir? Gençlerimiz seslerinin boğulmaya çalışılmasını, fikirlerinin bastırılmaya çalışılmasını, farklılıkların ezilmeye çalışılmasını, çalışmak istediklerinde bir iş bulamamalarını, bir iş bulduklarında torpil ve adam kayırmacılığın önlerini kesmesini “dislike” ediyorlar. Gençlerimiz haysiyetlerinin, kimliklerinin ve emeklerinin çiğnenmesine itiraz ediyorlar. Gençlerimiz bu iktidara bakınca ahlaktan emeğe, liyakatten dürüstlüğe, adaletten özgürlüğe hiçbir başlıkta örnek alacak bir tek nokta göremiyorlar.   Gençler! Daha geçen haftalarda yeşil topla ahlak arayan bu iktidarı fazlaca ciddiye almayın… Gördükleri tek nokta gençlerin fikirlerini, yorumlarını, ifadelerini, kimliklerini sosyal medyada kendileri aleyhine yorumları bir tıkla kapattıkları gibi  yok sayabileceğini zanneden bir iktidar.   Gençler! Ülkemize, milletimize, değerlerimize, toprağımıza her tarafından dikiş atmış, trajikomik, kalitesiz, çirkin ve tek tip bir elbise biçen bu iktidarı ciddiye almayın… Gençler! Daha geçen haftalarda yeşil topla ahlak arayan bu iktidarı fazlaca ciddiye almayın…   Bunlar son tahlilde siz gençlerin okuduğu, Türkiye’nin gururu bir üniversiteyi kapatma suçunu sicillerine yazarak övünenlerdir… Ülkemizdeki liyakat zincirini kıran bu iktidar, şimdi de gençlerimizin diline, aklına ve hayallerine zincir vurmaya kalkmaktadır. Bunlar sadece sizi değil milletin itiraz eden hiçbir kesimini görmek istemiyorlar.   İtiraz etmeyi bir kenara bırakın memleketin aleyhine yaptıkları ne varsa fanatikçe alkışlanmasını bekliyorlar. Bu iktidara asla sorgulamayan, aksine sorgusuz sualsiz itaat eden, sürekli ve kesintisiz bir şekilde kendilerini öven, her türlü farklılığa düşmanca yaklaşan ve hiçbir konuda ahlakı umursamayanlar lazım.   Bize ise sorgulayan, itiraz eden, eleştiren, farklılıklara saygılı ve ahlaklı gençler lazım. Gençlerimizin bir iktidara baktığında iki şey görmek ister:   Birincisi örnek alacağı davranışlar. Bu iktidarın yanlışlıkla bir doğru iş yapacak, örnek olacak, ahlakı takip edilecek bir tek işi kalmamıştır. İkincisi ise gençlere hayata atılmaları için iş ve aş imkanları sunmasıdır.   Bu iktidar genç işsizliğin rekorlar kırmasına yol açmaktadır 1990’lardan beri en yüksek genç işsizliğini son dört yıldır bu iktidar eliyle görüyoruz. Bu iktidar yüzünden liyakatin yerini adam kayırmacılığına, alın terinin yerini akraba kayırmacılığına bıraktığından beri gençlerimiz iş bulamamaktadır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinden beri her dört gencimizden birisi işsiz durumda.  Daha da kötüsü hızla iş bulmaktan, hayata atılmaktan, ekmeğini kazanmaktan ümidini kesen kız-erkek ev gençlerimizin sayısı artıyor. En verimli çağlarında hayatın içerisinde olması gereken gençler evlerinde oturuyorlar. Gençlerimiz iş aramaz duruma geliyorlar.   Dün FETÖ’nün AK Parti’ye yaptığını bugün hükümet başkalarına yapmak istiyor Bir diğer konu biliyorsunuz birkaç haftadır iktidarın barolarda seçimlerle ilgili yeni bir düzenleme yapma girişimini görüyorsunuz. Öncelikle yine her zaman yaptıkları gibi “biz yaptık oldu” kafasıyla tartışmayı başlattılar. Asgari nezaket ölçüleri içerisinde meselenin tarafı olanları dinleyecek medeni cesareti bile gösteremediler. Onun yerine yine polise, sopaya ve zora sarıldılar. Gencecik polislere babası hatta dedesi yaşındaki insanları otobanlardan kovalattılar.   Bu bağlamda baro başkanlarını bulundukları yerde ziyaret ederek dayanışma göstermek isteyen genel başkan yardımcılarımız da engellendi. En temel anayasal hak olan seyahat özgürlüğü, toplantı yapma özgürlüğü beşinci sınıf bir otoriter rejimdeymişiz gibi ihlal edildi. Gerçekten bu görüntülerden sonra bir demokraside yaşadığımızı söyleyebilir miyiz?   Avukatları otobanlarda kovalanan, şehir girişlerinde itilip kalkılan bir ülkenin demokrasi olduğunu kim söyleyebilir? Avukatlar bile, baro başkanları bile ifade hürriyetini kullanamazsa sıradan vatandaş, gençler, kadınlar, emekçiler… bu insanlar nasıl konuşsunlar? İktidar hakaret etmeden, tehdit etmeden, aşağılamadan, düşmanlaştırmadan cümle kuramıyor…   İktidar söylemek istediği ne varsa sonuna kadar söyleyebilme hakkına sahip… Tüm televizyonlar emirlerinde… Ama aynı hak avukatlar için geçerli değil. Bakınız, barolarla veya başka bir alanla ilgili yapılacak her türlü düzenleme öncelikle katılımcı olmalı.   İlgili bütün paydaşların fikirlerinden faydalanılması gerekiyor. Ben yaptım oldu zihniyetinin bugün değiştirmek istediği barolardan bir farkı yok. Dün FETÖ’nün AK Parti’ye yaptığını bugün hükümet başkalarına yapmak istiyor. Dün HSYK’yı tekeline almak isteyen FETÖ’nün yapmak istediğini bugün iktidar zihniyeti istiyor.   Peki madalyonun diğer tarafı çok mu parlak? En fazla demokrasiden, çoğulculuktan ve farklı fikirlerin hakkıyla temsilinden yana olması gereken baro ise en fazla şikayetçi olduğu çoğunlukçuluktan yana.. Yani bir oy fazla alan herşeyi alsın, başka kimseye hayat, söz hakkı tanımasın. En fazla FETÖ’den, bölücülükten, farklı gruplaşmalardan ve çok başlılıktan şikayet eden hükümet ise çoklu barodan yana…   İktidar bu yaptığı ile hukuk sisteminin en temel ayaklarından savunmanın mezheplere, etnik kimliklere göre bölünmesi ihtimalinin farkında bile değil. Ya da daha kötüsü çok iyi farkında ve bizzat bu bölünmeyi istiyor. Siz alevi baro, sünni baro, ulusalcı baro, kürtçü baro, sağcı baro, solcu baro, AK Partili baro CHPli baro mu kurmak istiyorsunuz?   Hanginizin neresini düzeltelim…   Herkes keseri kendine yontma derdinde… Yahu demokrasiden, eşitlikten, çoğulculuktan, farklılıkların temsilinden yana olmak bu kadar zor mu? Daha düne kadar ekmek, maske dağıttı diye devletin bölündüğü yaygarası eşliğinde devlette iki başlılık olmaz diyerek ortalığı birbirine veren iktidar birden konu baro olunca çok başlılığın, çoklu baronunun ne kadar hayırlı olduğunu savunur hale gelmiş…   Daha düne kadar iktidarı farklılıklara saygı duymuyor, çoğunlukçuluk yapıyor, tek seslilik istiyor diye eleştiren barolar bırakın çoğulcu bir baroyu kendileri dışında herhangi bir baro odağının olmasını baroların bölünmez bütünlüğüne halel getirdiğini düşünüyorlarmış.   Bakınız eğer her gücü elinde tutan, FETÖ kafasıyla o gücü kutsarsa, o gücü paylaşmak yerine tekeli altına alırsa, o gücü milletin kaynaklarıyla ve imkanlarıyla elinde tuttuğunu, emaneten kendisine verildiğini unutursa ülkemizde gerçek ve tam bir demokrasi perspektifi nasıl ortaya çıkacak? Biz en başta adalet sistemimizin önemli ve hayati bir uzvu olan barolarımızın tam demokrasinin en fazla örnek alınan kurumları olmasını arzu ederiz. Bunun anlamı çok basittir.   Gelecek Partisi olarak, hayatın her alanında olduğu gibi, baroların da çoklu veya çoğunlukçu olmasını istemeyiz. Çünkü tek ses veya kampların seslerini, sloganlarını duymak istemiyoruz artık. Türkiye de duymak istemiyor bu sloganları.   Gelecek Partisi olarak baroların her türlü farklılığın temsil gücüne kavuştuğu, örgütsel baskıyla bireylerin sesinin kısılmadığı, mahalle baskısıyla farklılıkların susturulmadığı, iktidar gücüyle baroların arka bahçeye çevrilmediği yerler olmasını arzuluyoruz. Bunun yolunun da baroların çoğulcu bir yapıya kavuşmasından geçtiğini düşünüyoruz. Gelecek Partisi baroların ele geçirilen veya ele geçirilebilen birer kurum olmaktan uzaklaştırılması gerektiğine inanmaktadır.  Bunun yolu bellidir.   Hem iktidar hem de avukatlar barolarla ilgili bu tartışmanın bitmesini istiyorlarsa, gerçekten dertleri baroların huzura kavuşması ise yapmaları gereken bellidir. Barolardaki her bir avukatın temsil hakkının, özgürlüğünün, ifade hürriyetinin ve oy hakkının korunduğu sonuna kadar çoğulcu yapıyı hayata geçirmeleri yeterlidir.   Şu örgütün bu grubun, şu iktidarın bu ekibin, şu bölgenin bu çevrenin barosu olmak istemeyenler her bir avukatın her örgütlü yapı ve iktidar karşısında azami ifade, oy ve örgütlenme hakkını korusunlar yeterlidir. Başta barolar olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının yapılarında demokratik  temsil kabiliyetini artıran bir reform gereklidir. Onyıllar boyu süren yönetimler sivil toplum kuruluşlarında statikliğe ve statükoculuğa yol açmaktadır.   Bu reformun yolunu ve yöntemini de Gelecek Partisi’nin programında açık bir şekilde belirttik: Demokratik katılım ve blok liste yerine nısbi temsile dayalı seçimler. Yargımızı FETÖ yöntemleri ile kontrol altına almaya çalışan blok liste uygulaması da, iktidarın sivil toplumu mikro yapılara bölerek mutlak denetime alma çabası da antidemokratiktir.   Önce baroları daha sonra da bütün sivil toplum kuruluşlarını adım adım resmi denetim altına alarak sivillikten uzaklaştırma çabası ile akademik özgürlüğün sembolü haline gelmiş bir üniversiteyi kapatırken sıfır makaleli rektörler atama skandalının aynı anda gerçekleşmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.  Bu gelişmeler özgürlüklerden korkan dar kalıpçı karanlık bir zihniyetin yansımasıdır. Verilmek istenen mesaj açıktır: Bize itaat edecek olanlar cahil ve liyakatsiz olsa da makbuldür; şahsiyetleriyle ayakta durmak isteyenler ise mutlaka susturulacaklardır. Bu yolla yayılan korku ikliminde iktidarlarını teminat altına aldıklarını zannedenler korku kültürünün en sonunda kendisini yaratanları esir aldığını bilmelidirler.   Cumhurbaşkanı ve AK Parti yönetimi kendilerini korumaya çalışmaktan değerlerimizi korumaya mecal bırakmamaktadırlar Önce ülkenin en büyük partisi olan AK Parti özgürlükçü unsurlardan arındırılarak siyaset alanı daraltıldı, şimdi de adım adım sivil alan yok edilerek hiçbir darbe döneminin başaramadığı bir toplumsal kıskaç hayata geçirilmek isteniyor.   Bu kıskaç hem de 28 Şubat kıskacına karşı iktidara geldik diyenlerin eliyle gerçekleştirilmektedir. “Bugün 28 Şubat altın dönemini yaşamaktadır” diyen dar ve derin bir çevre ise bu manzarayı ellerini oğuşturarak seyretmekte ve bir maşa gibi kullandıkları elleri ne zaman tasfiye edeceklerinin planlarını yapmaktadırlar. Bu kıskaç toplumu boğmadan ses vermek gerekmektedir.   Bu tablo açık bir şekilde ortada iken “nasıl olsa bize dokunmazlar” diyerek haksızlıklar ve baskılar karşısında   susan sivil toplum kuruluşları bilsinler ki sıra onlara geldiğinde seslerini haykırabilecekleri bir duvar dahi bulamayacaklardır.   Şehir Öğrencileri ve bir bütün olarak Şehir Çalışanları ise bu ülkenin yüz akları olarak anılacaklardır Kaybettiklerimizi görmeden kazanımlarımızı koruma kaygısı ile hala Cumhurbaşkanını ve AK Parti’yi bir sığınak gibi görenler bilsinler ki mesele artık bir kişi ya da parti meselesi değil zihniyet meselesidir. Cumhurbaşkanı ve AK Parti yönetimi kendilerini korumaya çalışmaktan değerlerimizi korumaya mecal bırakmamaktadırlar. Koltuklarını korumak adına araçsallaştırmadıkları, yıpratmadıkları, toplum nezdinde itibarsızlaştırmadıkları değerimiz kalmadı.   Değerlerimizi korumayı bırakın değerlerimiz üzerinde gölge etmesinler yeter! Bugün gençlerin deizme ve ateizme yönelmelerinin en önemli sebebi her gün hamasi ve sloganik düzeyde dindarlık yapanların sergiledikleri örnekliklerdir.  Önümüzdeki günler yeni bir sınava sahne olacaktır. Şehir Üniversitesi’nin kapatılmasına sebep olanlar ve bu süreçte sessiz kalanlar bir daha ilimden, akademik özgürlüklerden, değerlerimizden, vakıf geleneğimizden ve medeniyet kavramından bahsedecek meşruiyete sahip olmayacaklardır. Bir neslin ortak emeğini yok edenler ve buna sessiz kalanlar nice nesiller boyu bir kara liste olarak hatırlanacaklardır. Bu şartlarda dahi evlerine ekmek götürecekleri maaşlarını dahi almadan aylarca ders veren ilim adamları ve onların yetiştirdiği feryatlarını ve dirençlerini onurla ortaya koyan vakar ve onur sembolü Şehir Öğrencileri ve bir bütün olarak Şehir Çalışanları ise bu ülkenin yüz akları olarak anılacaklardır.   Bırakın ilk on ekonomi palavrasını Türkiye’nin tarihi bir ekonomik kriz yaşadığı konusunda bugün iktidar dışındaki tüm kesimler mutabıktır. Hangi ekonomik veriye, uygulanan politikaya ve daha önemlisi bu politikaların yarattığı tahribata bakarsak bakalım Türk ekonomisinin bir çöküş sürecinden geçmekte olduğu açıktır. Kimsenin aklında ülkenin bir uçuruma doğru sürüklendiği konusunda maalesef soru işareti kalmamıştır.   Bırakın Sn. Cumhurbaşkanı’nın geçtiğimiz hafta söylediği gibi “ülkemizin dünya milli gelir sıralamasında 2023 hedefi olan ilk 10 ülke arasına girme hedefine en yakın olduğu dönemden geçmekte olduğu” iddiasını, ilk 20’de kalabilmesi dahi gören gözler için artık ciddi bir risk halini almıştır.  Bakın bu açık bir akıl tutulması ve sorumsuzluktur.   Ülkenin Cumhurbaşkanı çok rahat bir şekilde Türkiye’nin üç yıl sonra dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğini ve bu hedefe en yakın noktada olduğumuzu iddialı bir şekilde söylemektedir. Ülkemizin elbette dünyadaki ilk on ekonomiden birisi olmasını herkesten fazla biz isteriz. Ancak milletimizin gözlerinin içerisine bakarak bu denli açık palavraların ve doğru olmayan bilgilerin söylenmesini hayretle izliyoruz. Ülkemizin ekonomisi bu liyakatsız iktidarın elinde her geçen gün biraz daha küçülürken ilk on ekonomi arasına girmesi söz konusu değildir.   Hele hukuku, en temel iktisat kurallarını, siyasi ahlakı, şeffaflığı ve denetlemeyi bu denli ihlal ederken Türkiye’nin dünyada ilk on ekonomi içerisine girmesi söz konusu değildir. Bırakın ilk 10 ekonomi palavrasını. Bu ucube cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Türkiye’nin ilk 20 ekonomi arasında kalması bile tartışmalı hale gelmiştir. Yazık ki ne yazık.   Gelin gerçek rakamlara bir bakalım: Hatırlanacağı üzere 2001 krizi ile bozulan ekonomik dengeler 2002 yılında ülkemizi dünya milli gelir sıralamasında 25.’liğe kadar geriletmiş, ancak yeniden dışa açık, uluslararası normlara ve kurallara uygun ekonomik politikalarının uygulanmaya başlanması ile sadece 2 yılda ülkemiz yeniden ilk 20’ye dâhil olmuştu. 2006 yılında ise dünya sırlamasında 17.’liğe yükselen Türk ekonomisi bu konumunu yaklaşık 10 yıl koruyabilmişti.   Ancak 2016 yılından sonra “sözde milli ekonomi” söylemi, artan tutarsız ve aşırı kamu müdahaleleri, ekonomik rasyonelitesi tartışmalı yatırımlar, israf, kötü mali yönetim, kurumların kapasitelerini, yetkinliklerini ve itibarlarını tahrip eden hoyrat ve sorumsuz yönetim anlayışı ile maalesef Türkiye nerdeyse 15 yıllık birikimini kaybederek yeniden 19.sıraya geriledi. Başka bir deyişle bırakın dünya sıralamasında ilk 10 hedefine yakın olmayı uzun süredir hedeften hiç bu kadar uzaklaşmamıştı Türk ekonomisi.   Bakın rakamlar ne diyor?   2016 yılında biz ülke yönetimini size bıraktığımızda gayri safi milli hasılamız 864 milyar dolardı ve 17. Sıradaydık. Şu anda ise 743 milyar dolar ve 19. Sıradayız.   Yani 2016’dan bu yana gayri safi milli hasıla 121 milyar dolar azalmış ve ligde iki sıra aşağıya düşmüşüz ve siz hedefe en yakın noktadayız diyorsunuz. Nereye gitti bu 121 milyar dolar? Kim kaybettirdi bu miktarda geliri ülkemize?  Bu rakamları size verenler en yakınlarınız bile olsa ya matematik bilmiyorlar ya da bilinçli bir şekilde sizi gülünç duruma düşürmek istiyorlar.   Şimdiden uyarıyorum. Eğer 2020 sonrasına ülkemizi bir küme ölçüsü sayılan 20. sıranın altına düşürürseniz bunun hesabını biz de milletimiz de sorar.   Hemen her hafta sizlerle hükümetin iddia ettiğinin tersine yaşanmakta olan iktisadi krizin yarattığı sorunları ve alınması gereken önlemleri paylaşıyorum. Ancak bütün önerilerimize, defalarca yaptığımız çağrılara Hükümetin birkaç istisna dışında hiçbir tepki vermediğini üzülerek gözlemliyoruz.  Bakın milyonlarca gencimizin gelecekleri için sınavlara girdiği bugünlerde en önemli meselemiz onlara hak ettikleri yarınları hazırlamaktır. Bugün özellikle işsizlik sorununa ve özellikle genç işsizliğine dair görüşlerimizi tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum.   Artık inkardan vazgeçin!!   Türkiye yakıcı bir işsizlik sorunuyla karşı karşıyadır.  Bu iş öyle kimsenin ne dediğinizi anlamadığı plaza sunumlarıyla, sağa sola herkes iki kişi işe alacak ciddiyetsiz talimatlarıyla, kendinizin uydurup sadece kendinizin inandığı işsizlik azalıyor masallarıyla, komplo teorileriyle, uyduruk analizlerle, manipüle edilmiş istatistik ve kontrol edilen medyayla hallolacak bir mesele değildir. Her türlü gerçeği manipüle edeceğinizi düşünüyorsunuz. Ancak size tekrar açıkça söyleyeyim. Bir ekonomide medya manipülasyonuyla neyi saklamaya çalışırsanız çalışın işsizliği asla saklayamazsınız. Zaten aynen de öyle oluyor. İnsanlar iş arıyor, aş arıyor. Ama bu iktidar lafta milyonlara iş verip duruyor.   Bu sorunu tam anlamak için manşet işsizlik rakamlarının ötesine geçerek değerlendirme yapmak gerekmektedir. Türkiye 62 Milyonun üzerinde çalışma çağında nüfusa sahip bir ülkedir. Ülkemizde bu nüfusun yarısından daha azı işgücüne dahilken, AB ülkelerinde bu oran %74’tür. İstihdamdaki nüfusumuz %42 iken, yine AB’de bu oran %70’e yakındır. Buna rağmen bile işsizlik oranımız hala %13,2 ile AB ülkelerinin 2 katından fazladır.   AB ülkelerine göre işgücü katılımı bu kadar düşük, işsizliği bu kadar yüksek olan ülkemizde maalesef rakamların bizlere söylediği başka bir şey daha var. O da özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçtikten bir süre sonra, vatandaşlarımızın artık hükümetten ve ekonomi yönetiminden umudunu kesmesidir. İş bulma umudunun tükenişini, TÜİK’in açıkladığı resmi istatistikler dahi acı bir şekilde göstermektedir. Son 1 yılda işgücüne dahil olmayan nüfus 2 Milyon 235 bin kişi artmıştır.   Ülkemiz maalesef istihdama daha çok kadın ve gencimizi katarak istihdamda AB ortalamasına yaklaşması gereken çok değerli yıllarını israf etmiştir. Bununla kalmamış, iki seneden az bir sürede 2 milyona yakın artan nüfusa rağmen mevcut istihdamımızdan 2,4 Milyonunu kaybetmiş bulunmaktayız.   Genç işsizliğimiz ise %25’e yakındır. 15-29 yaş arası ne eğitimde ne istihdamda olan “ev genci” sayımız 5,7 milyon kişiye ulaşmıştır. Hükümetten ve ülkeden umudunu kesen bu gençlerimizin iş aramaktan vazgeçmesi nedeniyle işsizlik oranı 1 yıldır artmıyor görünmektedir. Bunu bir başarı hikâyesi olarak görenlerin 1 Milyona yakın işsiz üniversite mezunumuzu da göz ardı ettiği ortadadır.   Rakamların ortaya koyduğu gerçek şudur. Artık ülkemizdeki işsizlik “sosyal barışı ve istikrarı tehdit eder” düzeylere varmıştır. Hatırlanacağı üzere kısa süre önce kamuoyu ile paylaştığımız “Ekonomide Gelecek Modeli” çalışmamızda istihdama ilişkin sorunları ve önerilerimizi sıraladık.  Tekrar altını çizerek yinelemek istiyorum. Çalışma hayatı ve istihdamın temel şartı kapsayıcı büyüme politikaları çerçevesinde sürdürülebilir yatırımların özel kesimin öncülüğünde gerçekleştirilmesidir.   Yeni istihdam alanları oluşturmak için, her sektördeki yerli ve yabancı sermayeli yatırımların artırılmasına yönelik olarak, yatırım ortamını iyileştirmeye ilişkin düzenlemeler acilen gerçekleştirilmelidir. Yine aynı çalışmaya ilişkin basın toplantısında da ifade ettiğimiz üzere Hükümet çok acil bir biçimde gençlerimizi sermayeye ve krediye ulaşma konusunda “pozitif ayrımcılık” uygulamak suretiyle “öncelikli grup” haline getirmek mecburiyetindedir. Hiçbir vatandaşımızın konut veya otomobil ihtiyacı gençlerimizin iş bulmasından, geçiminden ve umutlarından daha öncelikli olamaz.   Benzer biçimde Hükümet özgirişim (start-up) yatırımları için, işe başlama ve yönetim maliyetlerini radikal bir biçimde düşürmelidir. Bu şirketlerin uluslararası piyasalara ulaşabilmesi için gerekli tüm teşvikleri sağlamak zorundadır.   Artık iki üç haftada bir yeni gümrük tarifeleri yayımlamak ve % 30’lara ulaşan ilave vergi artışları yapmak bir alışkanlık oldu. Her defasında 400’ün üzerinde mal kalemine ek gümrük vergisi kararları yayımlanıyor, bu kararlardan bir tanesi de dün yayımlandı. Türkiye, sanayi üretiminin ihtiyaç duyduğu ara malı ve hammadde ile makine ve ekipman ithalatı yapıyor. Tüketim mallarının ithalatı görece daha düşük kalıyor. Böyle bir ortamda Türkiye niye korumacılıkta şampiyonluğa oynamaya karar verdi, niye yurt içinde üretimi daha pahalı hale getirecek adımlar atılıyor?   Uygulamalar, ilan edilmiş bir sanayi politikasının sonuçları olmadığına göre 1970’lere dönüş anlamına gelen bu politikalar neyin sonucu?   Acaba açık ekonominin temel gerekliliği olan şeffaflığı, denetimi ve hesap verebilirliği ülkeyi içe kapatarak aşmaya mı çalışıyorsunuz? İçe kapanan bir Türkiye’de hiç kimseye hesap vermeden gemiyi yüzdürebileceğinize mi inanıyorsunuz?   Bazı sektörler krizin ortaya çıkardığı durumu neden göstererek gümrük vergilerinin artmasını talep ediyorlar. Bu başka ülkelerin de karşı önlem almalarını doğuracak bir süreç olmasına rağmen bir yere kadar anlaşılabilir durum. Ama içeride üretimi olmayan ürünlere de ek gümrük vergileri getiriliyor. Buradaki amaç üretimi korumak veya yeni yatırımı teşvik etmek değil, tamamen ithalatı baskılamayı hedefliyor.   Sanayi politikası ile uyumlu olmayan, esas olarak ithalatı frenlemeyi hedefleyen, 27 üyesi kalan Avrupa Birliği ülkeleri ve Serbest Ticaret Antlaşması (STA) yapılmış 20 ülke olmak üzere toplam 47 ülkeye uygulanamayacak bu artışlar ekonomik faaliyete zarar veriyor, üretim maliyetlerini ve enflasyonu artırıyor. Türkiye uyguladığı yanlış politikaların sonucunda sermaye çekip katma değerli ihracatla büyüyemeyince artan oranda korumacı oldu ve yoksullaştı.   Koyduğunuz yanlış teşhisler nedeniyle ülke her geçen gün daha kapalı bir ekonomi haline dönüşüyor. Tekrar altını net bir biçimde çizmek istiyorum, bugün yatırımcılar nezdinde Türkiye “sermaye kontrolleri” uygulayan bir ülke haline geldi. Ekonomideki olumsuz gidişi sürekli "küresel piyasalardan gelen döviz ataklarına, sözde dış mihraklara" bağlamayı bırakıp bir iç muhasebe yapın. Ülkeyi adım adım dünyadan yalıtarak sorunların çözülebileceğini zanneden kadrolarınızın acizliğini, politikalarınızın yetersizliğini, akıl-dışı/tek merkezli yönetim tarzınızın yol açtığı sıkıntıları artık görün.   Son günlerde ülke gündeminin önemli maddelerinden biri de Kıdem Tazminatı üzerinden yapılan tartışmalar. Ortada henüz kamuoyu ile paylaşılmış bir kanun tasarısı veya ayrıntılı bir çalışma mevcut değil. Ancak basına yansıyan bilgilere bakılırsa iktidar Kıdem Tazminatını kullanarak yeni bir “fon” yaratma hevesine kapılmış.   Sormazlar mı? Siz işçi ve işverenin alın teri ile oluşturulan işsizlik fonunu kullanıp Kamu Bankalarına sermeye benzeri kredi sağlamış bir iktidar değil misiniz? Yine aynı fonu korona sürecinde işçiye işverene yardımcı olmak için kullanmak yerine kamu bankalarına mevduat sağlamak için kullanmış bir iktidar değil misiniz? Benzer biçimde Türkiye Varlık Fonu gibi “sözde bir varlık fonu” kurup yıllardır sorunsuz çalışan Kamu İktisadi Teşekküllerini tarihi zararlara uğratmış bir iktidar değil misiniz? Yine aynı fonu kullanıp daha geçtiğimiz hafta Ziraat Bankasındaki bir batık krediye kurtarma operasyonu yapmış bir iktidar değil misiniz?   Mevsimlik işçilerimizin durumu içler acısıdır ve bu soruna mutlaka çözüm bulunmalıdır Hangi işçi hangi çalışan inanır sizin emekçinin menfaatine bir fon kurup sözüm ona tamamlayıcı emeklilik sistemi kurabileceğinize?  Ekonomi bahsini kapatmadan toplumumuzun kanayan bir yarasına vurguda bulunmakve çzöüm önerilerimiz paylaşmak istiyorum: Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri!   Geçtiğimiz Cuma günü Şanlıurfa'nın Merkez Eyyübiye ilçesine bağlı Yukarı Yazıcı (Kırrık) kırsal mahallesinden Konya'nın Akşehir ilçesine giderek tarım işçiliği yapan ve Yunak ilçesine nohut hasadına gitmek üzere kendilerine ait minibüsle yola çıkan 18 kişilik akraba iki aile yolda kömür yüklü TIR ile çarpıştı. Aynı aileden 7 kişi hayatını kaybetti, 11 kişi de ağır yaralandı. Vefat eden kardeşlerimize rahmet diliyor, ailelerine taziyelerimi sunuyorum.   Mevsimlik işçilerimizin durumu içler acısıdır ve bu soruna mutlaka çözüm bulunmalıdır. Bazı iktidar temsilcilerinin iddia ettiği gibi mevsimlik işçi gönderiyor olması Şanlıurfa için bir gurur vesilesi değildir. Aksine, tarihi anlamda bereket hilalinin merkez şehirlerinden olan ve geniş tarım alanlarına sahip olan Şanlıurfamızın yiğit insanlarının dar imkanlar içinde başka illerde rızk aramak zorunda kalması hepimizi düşündürmesi gereken bir utanç vesilesi olmalıdır.   Mesele sadece Şanlıurfa ile de sınırlı değildir. Mevsimlik tarım işçilerinin sayısı yüzbinleri bulmaktadır. Türkiye’de kuzey, güney ve batı Anadolu’daki 48 ilde mevsimlik gezici tarım işçileri çalışmaktadır. Ortalama 6/7 ay çalışan mevsimlik gezici tarım işçileri ağırlıkla Karadeniz bölgesinde fındık, Ege’de yaş zeytin, Çukurova’da pamuk, Orta Anadolu’da soğan, şekerpancarı, kayısı gibi ürünlerin çapa, toplama, kurutma ve serme işlemlerinde çalışmaktadır.   Öncelikle hedefimiz neredeyse bir köle düzenine dönüşen mevsimlik işçi düzeninin son bulacak bir yapısal reformun gerçekleşmesidir. Ancak bu gerçekleşene kadar gereklilik arzeden yerlerde yaşam standartları insanileşmeli ve yasal bir güvenceye kavuşturulmalıdır.   Gelecek Partisi olarak ortaya koyduğumuz hiçbir sorunu bir çözüm çerçevesi oluşturmadan bırakmadık. Bu bağlamda gölge kabinemizin ilgili birimlerince hazırlanan çzöüm önerilerimiz sizlerle paylaşıyorum: Kalıcı çözüm için Mevsimlik tarım işçileri kendi şehirlerinde istihdam edilmeli ve bunun  için gereken İş imkanları oluşturulmalıdır.   Bu süreç içinde Hijyenik içme, kullanma suyu ile tuvalet, banyo ve çamaşırlık sağlanmalıdır. Mevsimlik tarım işçiliğinin söz konusu olduğu illerde her yıl il ve ilçe Milli Eğitim Müdürlükleri aracılığı ile mevsimlik tarım işçisi ailelerin ilköğretim çağındaki çocukları tespit edilmeli ve bu çocuklara yönelik kaybettikleri zaman için telafi edici eğitim ve rehabilitasyon merkezleri açılmalıdır. Çocukların bu merkezlere taşınması için ulaşım kolaylıklar sağlanmalıdır. Çalışma saatleri, belirli saatlere sınırlandırılmalıdır. Günde iki ya da üç kez dinlenme imkanı verilmelidir. Güneşin etkisini azaltmak amacıyla şapka veya benzeri bir koruyucu kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Mevsimlik tarım işçisi olan herkesin sosyal güvenlik kapsamına girmesi sağlanmalıdır. Çalışılan ile ulaşım gibi tarlaya gidiş–gelişler de daha güvenli hale getirilmelidir. Mevsimlik tarım işçileri ve ailelerinin, tarımda iş kazaları ve tarım ilaçlarından korunma eğitimlerini almaları sağlanmalıdır. Elçi, çavuş vb. isimlerle anılan aracıların hepsinin kayıtlı ve deneyim altında olması sağlanmalıdır.   Hep belirttiğimiz üzere doğrunun yanında, yanlışın karşısında duracağız. Daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye’nin BM’nin tanıdığı meşru Libya Ulusal Mutabakat Hükümetini desteklemesi hem siyaseten hem de stratejik olarak doğru bir politikadır. Dedik ki, Türkiye'nin komşularıyla dostane ilişki geliştirme arzusu onun milli menfaatlerinden ve stratejik çıkarlarından vaz geçeceği manasına gelmez.  Aynı şekilde, Türkiye'nin Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsedilmeyi kabul etmesi mümkün değildir.   Bu minvalde, Doğu Akdeniz’de, Türkiye’yi dışlayan herhangi bir enerji ve güvenlik denkleminin kalıcı olması mümkün değildir. Böylesi bir politika hakkaniyetli olmadığı gibi stratejik olarak da uygulanabilir veya sürdürülebilir değildir. Bütün aktörlerin şunu anlaması gerekir: yaptırımlarla, oldubittilerle, tehditlerle veya tarafgir siyasetlerle Türkiye’yi doğu Akdeniz’deki milli çıkarlarından vaz geçirmeleri mümkün değildir.   Bu noktada, Darbeci Sisi yönetiminin Libya'yı askeri işgalle tehdit etmesiyle Macron'un Türkiye'ye karşı NATO ve AB'yi sahaya sürme tehditi sadece talihsiz açıklamalar olmakla kalmıyor aynı zamanda her iki aktörün yaşadığı stratejik körlüğü de net bir şekilde ortaya koyuyor.   BM, AB, ABD ve diğer bütün uluslararası aktörler Sisi rejiminin Libya'yı işgal ile tehdit etmesini sert bir şekilde kınamalı ve buna karşı net bir pozisyon takınmalılar.   Benzer şekilde, Macron'un şunu aklından çıkarmaması lazım. Türkiye, NATO'nun en önemli üyelerinden biridir.  Yani NATO, Fransa'nın Türkiye'ye karşı sahaya sürebileceği bir güvenlik firması değildir.   Türkiye, NATO ve AB'yle terbiye edilecek bir ülke değildir.  Türkiye'nin tehditlerle ne Doğu Akdeniz'deki ne Libya'daki ne Kuzey Afrika'daki ne de başka herhangi bir yerdeki siyaset ve stratejisinden vazgeçmesi mümkün değildir.  Eğer Fransa ve AB dış politikada daha etkin olmak istiyorlarsa bunun yolu Türkiye'yi tehdit etmekten değil Türkiye ile işbirliğinden geçiyor.   Bunun için Fransa, öncelikli olarak Libya'da darbeci Hafter'e sunduğu desteği sonlandırmalı. Fransa ve AB şu basit soruya cevap vermeli: Libya'da NATO üyesi Türkiye'nin varlığı mı NATO ve AB'nin güvenliği için tehdit oluşturuyor yoksa Rusya veya Birleşik Arap Emirliklerinin mi?   Bu noktada, 1 Temmuz'da AB dönem başkanı olacak olan Almanya'nın daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerekir.  Birincisi, Libya'da BM'nin tanıdığı Trablus merkezli meşru hükümetin desteklenmesi konusunda AB ölçeğinde bir konsensüse öncülük etmelidir. İkincisi, Doğu Akdeniz'de Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin milli menfaatlerini tanıyan ve ona saygı duyan bir çerçevede Türkiye ile AB arasındaki ortaklık ve diyalog zeminini güçlendirmesi gerekir. Burada Türkiye'ye dönecek olursak, geçen hafta da söylediğimiz gibi Libya'da erken bir zafer sarhoşluğuna girilmemesi gerekir.   Türkiye Libya’da elde ettiği askeri kazanımları konsolide edip siyasal kazanımlara dönüştürmelidir.  Bu doğrultuda, Türkiye'nin, Libya’yla askeri alandan enerjiye, altyapı hizmetlerinden güvenlik reformuna kadar birçok alanda antlaşmaların imzalanması yönündeki yaklaşımı doğrudur.  Türkiye bir an evvel Ulusal Mutabakat Hükümetinin Libyalılar nezdindeki meşruiyetini güçlendiren adımlar atmalıdır. Bu konuda, altyapı ve güvenlik sektörü reformu hayati bir öneme sahiptir.   Diplomatik alanda ise Türkiye çoklu bir diplomatik atak başlatmalıdır. Öncelikle Libya’nın komşuları olan Cezayir ve Tunus’u sürece dahil etmek için daha fazla çaba sarf etmelidir. Benzeri şekilde, meşru hükümetin uluslararası kabulünün daha fazla artırılması için güçlü bir diplomasi yürütülmelidir.  Bu çerçevede, hem Amerika hem İtalya hem de Almanya ile yoğun bir diplomatik trafik yürütülmelidir.  Bu noktada, Türkiye'nin Moskova'yla diyalog ve işbirliği alanlarını geliştirmesi doğru olmakla birlikte burada kantarın topuzunun da kaçmaması gerekir.   Rusya'nın Türkiye'nin hem Kuzey hem Doğu hem de bu ölçekte Güney komşusu olması uzun vadede Türkiye'nin stratejik seçeneklerini kısıtlayan, hareket kabiliyetini daraltan bir işlevi olacaktır. Türkiye'nin burada Rusya'yla bir bağımlılık ilişkisine girmemesi gerekir. Ne yazık ki bu yönde kaygı verici bir gidişat söz konusu.   İktidarı bir kez daha Rusya ile ilişkilerde Türkiye’yi stratejik olarak daha kırılgan kılacak uzun vadeli pozisyonunu zayıflatacak bir şekilde sürdürmemesi konusunda uyarıyorum. Bu durum, Türkiye’ye ilerde devasa bir stratejik ve jeopolitik malitet olarak geri dönebilir. Bunu kimse aklından çıkarmasın.   Her hafta olduğu gibi bugün de haftalık sohbetimizi partimiz ile ilgili müjdelerle bağlamak istiyorum. Geçen hafta üç il başkanımızı ve çok sayıda ilçe başkanımızı daha atadık. Böylece atanan il başkanı sayımız 59’a, ilçe başkanı sayımız 237’ye yükseldi.   Geçen hafta “ışık doğudan yükselir” diyerek Ardahan’da ilçe kongrelerimizi başlattığımı müjdesini vermiştim. Bu hafta Batman ve Konya’da yapılan kongrelerle kongrelerini yapan ilçe sayımız 11’e ulaştı. Batman ilimiz ise il kongresi yapabilecek yasal zemine kavuştu.  Önümüzdeki hafta başta İstanbul, Bartın ve Şanlıurfa olmak üzere ilçe kongrelerimize devam edeceğiz. Her gün yoğun bir tempo ile çalışan ve bize müjdeler ileten teşkilatlarımıza teşekkür ediyor, bütün korku ve baskı iklimine rağmen partimize büyük teveccüh gösteren aziz milletimize şükranlarımı sunuyorum.   Öte yandan, Gelecek Modeli bağlamındaki çalışmalarımıza önümüzdeki haftalarda devam edeceğiz. Bu bağlamda gölge kabine üyelerimizden oluşan karma bir heyetle yolsuzluklarla mücadele bağlamında “Temiz Siyasette Gelecek Modeli” çalışmamızı başlattık. Önümüzdeki ay içinde bu konuda da kapsamlı bir modeli kamuoyumuz ile paylaşacağız.   Her biri onurlu bir gelecek kurmak isteyen aziz vatandaşlarım, değerli kardeşlerim, sevgili gençler! Bütün yaşanan olumsuzluklara, uygulanan baskılara rağmen hiç ümitsizliğe kapılmayınız. Her zaman söylediğimiz gibi her şeyin telafisi mümkündür, ümitsizlik dışında.   Gelecek Partisi gelecek ile ilgili umutlarınızın adresidir. Gelecek Partisi ümidin, insan onurunun ve temel hak ve özgürlüklerin sözcüdür. Gelecek Partisi millet iradesinin sözcüsü ve geleceğe taşıyıcısı olacaktır. Gelecek Partisi geçmiş hesaplaşmaların değil, gelecek inşasının  partisidir.  Tepkici değil vizyonerdir.  Taklitçi değil özgündür.  Kompleksli değil özgüvenlidir.  Fırsatçı değil, ilkeseldir.  Bu topraklara ait olmak bakımından milli, dünyaya açık olma perspektifinden evrenseldir. Emin olunuz! Gelecek Partisi ile; Temiz siyaset Bilge siyaset Adil siyaset Şeffaf siyaset GE-LE-CEK! İŞTE DAVUTOĞLU'NUN O KONUŞMASI...
Gündeme dair partisinin haftalık görüş ve önerilerini açıklayan Gelecek Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, sağlığı ilk sıraya alarak açıklamasına pandemi sürecini değerlendirerek başladı. Eğitim, YKS, ekonomi, yargı, hukuk başlıklarında iktidar ve ortaklarına ilişkin çarpıcı eleştirilerde bulunan Davutoğlu'nun konuşmasının tamamı şöyle:

Önerilen Maske-Mesafe-Temizlik üçlüsünü günlük yaşamda kolaylaştırıcı ve uygulanabilir hale getirmeden, vatandaştan uyum beklenmesi gerçekle bağdaşmıyor. Maskenin kutusunun 50 tl'ye satılması alım gücü zayıf ve asgari ücretli vatandaşımıza ek yük oluşturuyor. Bu durum maskelerin kural dışı kullanımına sebep oluyor. Aynı maske farklı aile bireyleri tarafından bir kaç gün kullanılarak tasarruf yapılmaya çalışılıyor.

 

Öte yandan sosyal mesafe konusunda tavsiye edilenlerle gerçeklik arasında büyük farklar oluşuyor. İşine metro, otobüs, minibüs gibi toplu taşıma ile gidenlere Sayın Bakan'ın en az 1.5 hatta 2 metre mesafe tavsiyesine nasıl uyacaklarını, bir gün bu araçlarda seyahat ederek anlatmasını şiddetle tavsiye ediyorum. Böyle bir tecrübe sonrasında kendisi de söyledikleri ile yaşanılan gerçeklik arasındaki mesafeyi fark edecektir.

 

Normalleşme sürecinde öncelikle ekonomi ve turizm temelli kaygıları karşılamaya yönelik uygulamaların uluslararası camiada pek karşılık bulamadığı görülmekte.

 

Ülkemiz, 200 bine ulaşan olgu sayıları, başarılı vaka yönetimi, tedavide farklı uygulamalar, yoğun bakım tedavi başarı oranları, ölüm oranlarındaki düşüklük ve sağlık çalışanlarının özverili çalışmalarına rağmen, pandemi konusunda uluslararası akademik makale yayımlama açısından çok gerilerde kalmıştır.

 

Bunun en önemli sebebi, verilerin şeffaf olmaması, çalışmaların etik kurul onayı dışında Sağlık Bakanlığı onayı olmadan organize edilememesidir. Birçok hastanede Covid kliniklerinde çalışan hekimler  hatta Bilim Kurulu üyeleri bile Türk vakalarının genel özellikleri konusunda bilgi sahibi olamamaktadır.

 

Uluslararası makale sayılarımızdaki bu eksiklik,  Avrupa Birliği üyesi ülkelerin kapılarını açacağı ülkeler arasında Türkiye'nin bulunmamasının en önemli sebebidir. Turizm ve özellikle sağlık turizmi açısından bu büyük bir sorundur. Önümüzdeki hafta salgının turizm sektörüne etkileri ve alınması gereken tedbirler konusunda detaylı açıklamalarda bulunacağım.

 

Veri paylaşımı ve bilimsel ürünler konusunda daha da vahim olanı akademik çalışmalara engel olunmasıdır. Sıfır makaleli akademisyenlerin rektör atandığı bir ülkede bu tablo normal görülebilir ama dünyada karşılığı yoktur. Sağlık düzelmeden hiçbir ekonomik sistem düzelmez. Uluslararası standartlarda pandemi verilerimizi yayımlamadan, veri şeffaflığı sağlamadan, ne kendi vatandaşımızın motivasyonunu artırabilir, ne de diğer ülkelere kapılarını açma konusunda güven verebiliriz.

 

"Gençler, Gelecek Partisi sizleri “Türkiye’nin bugünü”  olarak görmektedir"

Hiç şüphesiz geçtiğimiz haftanın en önemli konusu milyonlarca öğrencimizi ve ailelerini doğrudan ilgilendiren üniversite sınavları idi.  Ben de sözlerime hayatlarında oldukça önemli bir badire olan üniversite sınavlarına giren gençlerimize koskoca bir geçmiş olsun diyerek başlamak istiyorum. Gençler, geçmiş olsun. İnşallah emeklerinizin karşılığını alırsınız. Çalıştınız, emek verdiniz… İnşallah çalıştığınızın karşılığını bu sorumsuz iktidarın yap boz politikalarına rağmen alacaksınız. Bu iktidar size ne kadar kulaklarını tıkasa da, sizin duygularınızı yok saysa da siz emin adımlarla yolunuza devam edin.

 

Gençler, Gelecek Partisi sizleri “Türkiye’nin bugünü”  olarak görmektedir. Biz bu ifadeyi parti programımıza inanarak koyduk. Biz yarınımızı da emanet edeceğimiz gençlerimizi öncelikle bugünümüzde görmek isteriz.  Gençlerimizin yarınlarımızı şekillendirmesini istiyorsak bugünlerinin müreffeh, özgür, adil ve ilkeli bir Türkiye içerisinde geçmesini sağlamanın sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Böylesi bir Türkiye’yi gençlere sunmak için de öncelikle iktidarda olanların örnek olması gerekmektedir.

 

Bugün gençler iktidara baktıklarında nasıl bir örneklik görmekteler?

İfade hürriyetinin tam anlamıyla olduğu bir Türkiye mi görmekteler? Adaletin büyük ölçüde tesis edildiği, hukuk devletinin sorunsuz bir şekilde işlediği bir ülke mi görmekteler? Ayırımcılığın, adam kayırmacılığın, nepotizmin olmadığı bir iktidar mı görmekteler? Liyakatli olanın önünün açıldığı, fırsat eşitliğinin sağlandığı, torpil ve iltimasın olmadığı bir Türkiye mi görmekteler?Bütün vatandaşların eşit bir şekilde muamele gördüğü bir ülke mi görmekteler?

 

Okullarını bitirirken sorunsuz bir şekilde iş bulabilecekleri bir Türkiye mi görmekteler? Maalesef gençlerimiz bütün bu temel başlıklarda bambaşka bir ülke görmektedirler. Onun için de “dislike” demektedirler. “Dislike” ne peki? Hani artık hepimiz sosyal medya ile haşır neşiriz ama en yalın haliyle “beğenmiyorum” demek.

 

Peki Gençlerimizin beğenmediği nedir?

Gençlerimiz seslerinin boğulmaya çalışılmasını, fikirlerinin bastırılmaya çalışılmasını, farklılıkların ezilmeye çalışılmasını, çalışmak istediklerinde bir iş bulamamalarını, bir iş bulduklarında torpil ve adam kayırmacılığın önlerini kesmesini “dislike” ediyorlar. Gençlerimiz haysiyetlerinin, kimliklerinin ve emeklerinin çiğnenmesine itiraz ediyorlar. Gençlerimiz bu iktidara bakınca ahlaktan emeğe, liyakatten dürüstlüğe, adaletten özgürlüğe hiçbir başlıkta örnek alacak bir tek nokta göremiyorlar.

 

Gençler! Daha geçen haftalarda yeşil topla ahlak arayan bu iktidarı fazlaca ciddiye almayın…

Gördükleri tek nokta gençlerin fikirlerini, yorumlarını, ifadelerini, kimliklerini sosyal medyada kendileri aleyhine yorumları bir tıkla kapattıkları gibi  yok sayabileceğini zanneden bir iktidar.

 

Gençler! Ülkemize, milletimize, değerlerimize, toprağımıza her tarafından dikiş atmış, trajikomik, kalitesiz, çirkin ve tek tip bir elbise biçen bu iktidarı ciddiye almayın… Gençler! Daha geçen haftalarda yeşil topla ahlak arayan bu iktidarı fazlaca ciddiye almayın…

 

Bunlar son tahlilde siz gençlerin okuduğu, Türkiye’nin gururu bir üniversiteyi kapatma suçunu sicillerine yazarak övünenlerdir… Ülkemizdeki liyakat zincirini kıran bu iktidar, şimdi de gençlerimizin diline, aklına ve hayallerine zincir vurmaya kalkmaktadır. Bunlar sadece sizi değil milletin itiraz eden hiçbir kesimini görmek istemiyorlar.

 

İtiraz etmeyi bir kenara bırakın memleketin aleyhine yaptıkları ne varsa fanatikçe alkışlanmasını bekliyorlar. Bu iktidara asla sorgulamayan, aksine sorgusuz sualsiz itaat eden, sürekli ve kesintisiz bir şekilde kendilerini öven, her türlü farklılığa düşmanca yaklaşan ve hiçbir konuda ahlakı umursamayanlar lazım.

 

Bize ise sorgulayan, itiraz eden, eleştiren, farklılıklara saygılı ve ahlaklı gençler lazım. Gençlerimizin bir iktidara baktığında iki şey görmek ister:

 

Birincisi örnek alacağı davranışlar. Bu iktidarın yanlışlıkla bir doğru iş yapacak, örnek olacak, ahlakı takip edilecek bir tek işi kalmamıştır. İkincisi ise gençlere hayata atılmaları için iş ve aş imkanları sunmasıdır.

 

Bu iktidar genç işsizliğin rekorlar kırmasına yol açmaktadır

1990’lardan beri en yüksek genç işsizliğini son dört yıldır bu iktidar eliyle görüyoruz. Bu iktidar yüzünden liyakatin yerini adam kayırmacılığına, alın terinin yerini akraba kayırmacılığına bıraktığından beri gençlerimiz iş bulamamaktadır. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinden beri her dört gencimizden birisi işsiz durumda.  Daha da kötüsü hızla iş bulmaktan, hayata atılmaktan, ekmeğini kazanmaktan ümidini kesen kız-erkek ev gençlerimizin sayısı artıyor. En verimli çağlarında hayatın içerisinde olması gereken gençler evlerinde oturuyorlar. Gençlerimiz iş aramaz duruma geliyorlar.

 

Dün FETÖ’nün AK Parti’ye yaptığını bugün hükümet başkalarına yapmak istiyor

Bir diğer konu biliyorsunuz birkaç haftadır iktidarın barolarda seçimlerle ilgili yeni bir düzenleme yapma girişimini görüyorsunuz. Öncelikle yine her zaman yaptıkları gibi “biz yaptık oldu” kafasıyla tartışmayı başlattılar. Asgari nezaket ölçüleri içerisinde meselenin tarafı olanları dinleyecek medeni cesareti bile gösteremediler. Onun yerine yine polise, sopaya ve zora sarıldılar. Gencecik polislere babası hatta dedesi yaşındaki insanları otobanlardan kovalattılar.

 

Bu bağlamda baro başkanlarını bulundukları yerde ziyaret ederek dayanışma göstermek isteyen genel başkan yardımcılarımız da engellendi. En temel anayasal hak olan seyahat özgürlüğü, toplantı yapma özgürlüğü beşinci sınıf bir otoriter rejimdeymişiz gibi ihlal edildi. Gerçekten bu görüntülerden sonra bir demokraside yaşadığımızı söyleyebilir miyiz?

 

Avukatları otobanlarda kovalanan, şehir girişlerinde itilip kalkılan bir ülkenin demokrasi olduğunu kim söyleyebilir? Avukatlar bile, baro başkanları bile ifade hürriyetini kullanamazsa sıradan vatandaş, gençler, kadınlar, emekçiler… bu insanlar nasıl konuşsunlar? İktidar hakaret etmeden, tehdit etmeden, aşağılamadan, düşmanlaştırmadan cümle kuramıyor…

 

İktidar söylemek istediği ne varsa sonuna kadar söyleyebilme hakkına sahip… Tüm televizyonlar emirlerinde… Ama aynı hak avukatlar için geçerli değil. Bakınız, barolarla veya başka bir alanla ilgili yapılacak her türlü düzenleme öncelikle katılımcı olmalı.

 

İlgili bütün paydaşların fikirlerinden faydalanılması gerekiyor. Ben yaptım oldu zihniyetinin bugün değiştirmek istediği barolardan bir farkı yok. Dün FETÖ’nün AK Parti’ye yaptığını bugün hükümet başkalarına yapmak istiyor. Dün HSYK’yı tekeline almak isteyen FETÖ’nün yapmak istediğini bugün iktidar zihniyeti istiyor.

 

Peki madalyonun diğer tarafı çok mu parlak?

En fazla demokrasiden, çoğulculuktan ve farklı fikirlerin hakkıyla temsilinden yana olması gereken baro ise en fazla şikayetçi olduğu çoğunlukçuluktan yana.. Yani bir oy fazla alan herşeyi alsın, başka kimseye hayat, söz hakkı tanımasın. En fazla FETÖ’den, bölücülükten, farklı gruplaşmalardan ve çok başlılıktan şikayet eden hükümet ise çoklu barodan yana…

 

İktidar bu yaptığı ile hukuk sisteminin en temel ayaklarından savunmanın mezheplere, etnik kimliklere göre bölünmesi ihtimalinin farkında bile değil. Ya da daha kötüsü çok iyi farkında ve bizzat bu bölünmeyi istiyor. Siz alevi baro, sünni baro, ulusalcı baro, kürtçü baro, sağcı baro, solcu baro, AK Partili baro CHPli baro mu kurmak istiyorsunuz?

 

Hanginizin neresini düzeltelim…

 

Herkes keseri kendine yontma derdinde… Yahu demokrasiden, eşitlikten, çoğulculuktan, farklılıkların temsilinden yana olmak bu kadar zor mu? Daha düne kadar ekmek, maske dağıttı diye devletin bölündüğü yaygarası eşliğinde devlette iki başlılık olmaz diyerek ortalığı birbirine veren iktidar birden konu baro olunca çok başlılığın, çoklu baronunun ne kadar hayırlı olduğunu savunur hale gelmiş…

 

Daha düne kadar iktidarı farklılıklara saygı duymuyor, çoğunlukçuluk yapıyor, tek seslilik istiyor diye eleştiren barolar bırakın çoğulcu bir baroyu kendileri dışında herhangi bir baro odağının olmasını baroların bölünmez bütünlüğüne halel getirdiğini düşünüyorlarmış.

 

Bakınız eğer her gücü elinde tutan, FETÖ kafasıyla o gücü kutsarsa, o gücü paylaşmak yerine tekeli altına alırsa, o gücü milletin kaynaklarıyla ve imkanlarıyla elinde tuttuğunu, emaneten kendisine verildiğini unutursa ülkemizde gerçek ve tam bir demokrasi perspektifi nasıl ortaya çıkacak? Biz en başta adalet sistemimizin önemli ve hayati bir uzvu olan barolarımızın tam demokrasinin en fazla örnek alınan kurumları olmasını arzu ederiz. Bunun anlamı çok basittir.

 

Gelecek Partisi olarak, hayatın her alanında olduğu gibi, baroların da çoklu veya çoğunlukçu olmasını istemeyiz. Çünkü tek ses veya kampların seslerini, sloganlarını duymak istemiyoruz artık. Türkiye de duymak istemiyor bu sloganları.

 

Gelecek Partisi olarak baroların her türlü farklılığın temsil gücüne kavuştuğu, örgütsel baskıyla bireylerin sesinin kısılmadığı, mahalle baskısıyla farklılıkların susturulmadığı, iktidar gücüyle baroların arka bahçeye çevrilmediği yerler olmasını arzuluyoruz. Bunun yolunun da baroların çoğulcu bir yapıya kavuşmasından geçtiğini düşünüyoruz. Gelecek Partisi baroların ele geçirilen veya ele geçirilebilen birer kurum olmaktan uzaklaştırılması gerektiğine inanmaktadır.  Bunun yolu bellidir.

 

Hem iktidar hem de avukatlar barolarla ilgili bu tartışmanın bitmesini istiyorlarsa, gerçekten dertleri baroların huzura kavuşması ise yapmaları gereken bellidir. Barolardaki her bir avukatın temsil hakkının, özgürlüğünün, ifade hürriyetinin ve oy hakkının korunduğu sonuna kadar çoğulcu yapıyı hayata geçirmeleri yeterlidir.

 

Şu örgütün bu grubun, şu iktidarın bu ekibin, şu bölgenin bu çevrenin barosu olmak istemeyenler her bir avukatın her örgütlü yapı ve iktidar karşısında azami ifade, oy ve örgütlenme hakkını korusunlar yeterlidir. Başta barolar olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının yapılarında demokratik  temsil kabiliyetini artıran bir reform gereklidir. Onyıllar boyu süren yönetimler sivil toplum kuruluşlarında statikliğe ve statükoculuğa yol açmaktadır.

 

Bu reformun yolunu ve yöntemini de Gelecek Partisi’nin programında açık bir şekilde belirttik: Demokratik katılım ve blok liste yerine nısbi temsile dayalı seçimler. Yargımızı FETÖ yöntemleri ile kontrol altına almaya çalışan blok liste uygulaması da, iktidarın sivil toplumu mikro yapılara bölerek mutlak denetime alma çabası da antidemokratiktir.

 

Önce baroları daha sonra da bütün sivil toplum kuruluşlarını adım adım resmi denetim altına alarak sivillikten uzaklaştırma çabası ile akademik özgürlüğün sembolü haline gelmiş bir üniversiteyi kapatırken sıfır makaleli rektörler atama skandalının aynı anda gerçekleşmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.  Bu gelişmeler özgürlüklerden korkan dar kalıpçı karanlık bir zihniyetin yansımasıdır. Verilmek istenen mesaj açıktır: Bize itaat edecek olanlar cahil ve liyakatsiz olsa da makbuldür; şahsiyetleriyle ayakta durmak isteyenler ise mutlaka susturulacaklardır. Bu yolla yayılan korku ikliminde iktidarlarını teminat altına aldıklarını zannedenler korku kültürünün en sonunda kendisini yaratanları esir aldığını bilmelidirler.

 

Cumhurbaşkanı ve AK Parti yönetimi kendilerini korumaya çalışmaktan değerlerimizi korumaya mecal bırakmamaktadırlar

Önce ülkenin en büyük partisi olan AK Parti özgürlükçü unsurlardan arındırılarak siyaset alanı daraltıldı, şimdi de adım adım sivil alan yok edilerek hiçbir darbe döneminin başaramadığı bir toplumsal kıskaç hayata geçirilmek isteniyor.

 

Bu kıskaç hem de 28 Şubat kıskacına karşı iktidara geldik diyenlerin eliyle gerçekleştirilmektedir. “Bugün 28 Şubat altın dönemini yaşamaktadır” diyen dar ve derin bir çevre ise bu manzarayı ellerini oğuşturarak seyretmekte ve bir maşa gibi kullandıkları elleri ne zaman tasfiye edeceklerinin planlarını yapmaktadırlar. Bu kıskaç toplumu boğmadan ses vermek gerekmektedir.

 

Bu tablo açık bir şekilde ortada iken “nasıl olsa bize dokunmazlar” diyerek haksızlıklar ve baskılar karşısında   susan sivil toplum kuruluşları bilsinler ki sıra onlara geldiğinde seslerini haykırabilecekleri bir duvar dahi bulamayacaklardır.

 

Şehir Öğrencileri ve bir bütün olarak Şehir Çalışanları ise bu ülkenin yüz akları olarak anılacaklardır

Kaybettiklerimizi görmeden kazanımlarımızı koruma kaygısı ile hala Cumhurbaşkanını ve AK Parti’yi bir sığınak gibi görenler bilsinler ki mesele artık bir kişi ya da parti meselesi değil zihniyet meselesidir. Cumhurbaşkanı ve AK Parti yönetimi kendilerini korumaya çalışmaktan değerlerimizi korumaya mecal bırakmamaktadırlar. Koltuklarını korumak adına araçsallaştırmadıkları, yıpratmadıkları, toplum nezdinde itibarsızlaştırmadıkları değerimiz kalmadı.

 

Değerlerimizi korumayı bırakın değerlerimiz üzerinde gölge etmesinler yeter! Bugün gençlerin deizme ve ateizme yönelmelerinin en önemli sebebi her gün hamasi ve sloganik düzeyde dindarlık yapanların sergiledikleri örnekliklerdir.  Önümüzdeki günler yeni bir sınava sahne olacaktır. Şehir Üniversitesi’nin kapatılmasına sebep olanlar ve bu süreçte sessiz kalanlar bir daha ilimden, akademik özgürlüklerden, değerlerimizden, vakıf geleneğimizden ve medeniyet kavramından bahsedecek meşruiyete sahip olmayacaklardır. Bir neslin ortak emeğini yok edenler ve buna sessiz kalanlar nice nesiller boyu bir kara liste olarak hatırlanacaklardır. Bu şartlarda dahi evlerine ekmek götürecekleri maaşlarını dahi almadan aylarca ders veren ilim adamları ve onların yetiştirdiği feryatlarını ve dirençlerini onurla ortaya koyan vakar ve onur sembolü Şehir Öğrencileri ve bir bütün olarak Şehir Çalışanları ise bu ülkenin yüz akları olarak anılacaklardır.

 

Bırakın ilk on ekonomi palavrasını

Türkiye’nin tarihi bir ekonomik kriz yaşadığı konusunda bugün iktidar dışındaki tüm kesimler mutabıktır. Hangi ekonomik veriye, uygulanan politikaya ve daha önemlisi bu politikaların yarattığı tahribata bakarsak bakalım Türk ekonomisinin bir çöküş sürecinden geçmekte olduğu açıktır. Kimsenin aklında ülkenin bir uçuruma doğru sürüklendiği konusunda maalesef soru işareti kalmamıştır.

 

Bırakın Sn. Cumhurbaşkanı’nın geçtiğimiz hafta söylediği gibi “ülkemizin dünya milli gelir sıralamasında 2023 hedefi olan ilk 10 ülke arasına girme hedefine en yakın olduğu dönemden geçmekte olduğu” iddiasını, ilk 20’de kalabilmesi dahi gören gözler için artık ciddi bir risk halini almıştır.  Bakın bu açık bir akıl tutulması ve sorumsuzluktur.

 

Ülkenin Cumhurbaşkanı çok rahat bir şekilde Türkiye’nin üç yıl sonra dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğini ve bu hedefe en yakın noktada olduğumuzu iddialı bir şekilde söylemektedir. Ülkemizin elbette dünyadaki ilk on ekonomiden birisi olmasını herkesten fazla biz isteriz. Ancak milletimizin gözlerinin içerisine bakarak bu denli açık palavraların ve doğru olmayan bilgilerin söylenmesini hayretle izliyoruz. Ülkemizin ekonomisi bu liyakatsız iktidarın elinde her geçen gün biraz daha küçülürken ilk on ekonomi arasına girmesi söz konusu değildir.

 

Hele hukuku, en temel iktisat kurallarını, siyasi ahlakı, şeffaflığı ve denetlemeyi bu denli ihlal ederken Türkiye’nin dünyada ilk on ekonomi içerisine girmesi söz konusu değildir. Bırakın ilk 10 ekonomi palavrasını. Bu ucube cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile Türkiye’nin ilk 20 ekonomi arasında kalması bile tartışmalı hale gelmiştir. Yazık ki ne yazık.

 

Gelin gerçek rakamlara bir bakalım:

Hatırlanacağı üzere 2001 krizi ile bozulan ekonomik dengeler 2002 yılında ülkemizi dünya milli gelir sıralamasında 25.’liğe kadar geriletmiş, ancak yeniden dışa açık, uluslararası normlara ve kurallara uygun ekonomik politikalarının uygulanmaya başlanması ile sadece 2 yılda ülkemiz yeniden ilk 20’ye dâhil olmuştu. 2006 yılında ise dünya sırlamasında 17.’liğe yükselen Türk ekonomisi bu konumunu yaklaşık 10 yıl koruyabilmişti.

 

Ancak 2016 yılından sonra “sözde milli ekonomi” söylemi, artan tutarsız ve aşırı kamu müdahaleleri, ekonomik rasyonelitesi tartışmalı yatırımlar, israf, kötü mali yönetim, kurumların kapasitelerini, yetkinliklerini ve itibarlarını tahrip eden hoyrat ve sorumsuz yönetim anlayışı ile maalesef Türkiye nerdeyse 15 yıllık birikimini kaybederek yeniden 19.sıraya geriledi. Başka bir deyişle bırakın dünya sıralamasında ilk 10 hedefine yakın olmayı uzun süredir hedeften hiç bu kadar uzaklaşmamıştı Türk ekonomisi.

 

Bakın rakamlar ne diyor?

 

2016 yılında biz ülke yönetimini size bıraktığımızda gayri safi milli hasılamız 864 milyar dolardı ve 17. Sıradaydık. Şu anda ise 743 milyar dolar ve 19. Sıradayız.

 

Yani 2016’dan bu yana gayri safi milli hasıla 121 milyar dolar azalmış ve ligde iki sıra aşağıya düşmüşüz ve siz hedefe en yakın noktadayız diyorsunuz. Nereye gitti bu 121 milyar dolar? Kim kaybettirdi bu miktarda geliri ülkemize?  Bu rakamları size verenler en yakınlarınız bile olsa ya matematik bilmiyorlar ya da bilinçli bir şekilde sizi gülünç duruma düşürmek istiyorlar.

 

Şimdiden uyarıyorum. Eğer 2020 sonrasına ülkemizi bir küme ölçüsü sayılan 20. sıranın altına düşürürseniz bunun hesabını biz de milletimiz de sorar.

 

Hemen her hafta sizlerle hükümetin iddia ettiğinin tersine yaşanmakta olan iktisadi krizin yarattığı sorunları ve alınması gereken önlemleri paylaşıyorum. Ancak bütün önerilerimize, defalarca yaptığımız çağrılara Hükümetin birkaç istisna dışında hiçbir tepki vermediğini üzülerek gözlemliyoruz.  Bakın milyonlarca gencimizin gelecekleri için sınavlara girdiği bugünlerde en önemli meselemiz onlara hak ettikleri yarınları hazırlamaktır. Bugün özellikle işsizlik sorununa ve özellikle genç işsizliğine dair görüşlerimizi tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum.

 

Artık inkardan vazgeçin!!

 

Türkiye yakıcı bir işsizlik sorunuyla karşı karşıyadır.  Bu iş öyle kimsenin ne dediğinizi anlamadığı plaza sunumlarıyla, sağa sola herkes iki kişi işe alacak ciddiyetsiz talimatlarıyla, kendinizin uydurup sadece kendinizin inandığı işsizlik azalıyor masallarıyla, komplo teorileriyle, uyduruk analizlerle, manipüle edilmiş istatistik ve kontrol edilen medyayla hallolacak bir mesele değildir. Her türlü gerçeği manipüle edeceğinizi düşünüyorsunuz. Ancak size tekrar açıkça söyleyeyim. Bir ekonomide medya manipülasyonuyla neyi saklamaya çalışırsanız çalışın işsizliği asla saklayamazsınız. Zaten aynen de öyle oluyor. İnsanlar iş arıyor, aş arıyor. Ama bu iktidar lafta milyonlara iş verip duruyor.

 

Bu sorunu tam anlamak için manşet işsizlik rakamlarının ötesine geçerek değerlendirme yapmak gerekmektedir. Türkiye 62 Milyonun üzerinde çalışma çağında nüfusa sahip bir ülkedir. Ülkemizde bu nüfusun yarısından daha azı işgücüne dahilken, AB ülkelerinde bu oran %74’tür. İstihdamdaki nüfusumuz %42 iken, yine AB’de bu oran %70’e yakındır. Buna rağmen bile işsizlik oranımız hala %13,2 ile AB ülkelerinin 2 katından fazladır.

 

AB ülkelerine göre işgücü katılımı bu kadar düşük, işsizliği bu kadar yüksek olan ülkemizde maalesef rakamların bizlere söylediği başka bir şey daha var. O da özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçtikten bir süre sonra, vatandaşlarımızın artık hükümetten ve ekonomi yönetiminden umudunu kesmesidir. İş bulma umudunun tükenişini, TÜİK’in açıkladığı resmi istatistikler dahi acı bir şekilde göstermektedir. Son 1 yılda işgücüne dahil olmayan nüfus 2 Milyon 235 bin kişi artmıştır.

 

Ülkemiz maalesef istihdama daha çok kadın ve gencimizi katarak istihdamda AB ortalamasına yaklaşması gereken çok değerli yıllarını israf etmiştir. Bununla kalmamış, iki seneden az bir sürede 2 milyona yakın artan nüfusa rağmen mevcut istihdamımızdan 2,4 Milyonunu kaybetmiş bulunmaktayız.

 

Genç işsizliğimiz ise %25’e yakındır. 15-29 yaş arası ne eğitimde ne istihdamda olan “ev genci” sayımız 5,7 milyon kişiye ulaşmıştır. Hükümetten ve ülkeden umudunu kesen bu gençlerimizin iş aramaktan vazgeçmesi nedeniyle işsizlik oranı 1 yıldır artmıyor görünmektedir. Bunu bir başarı hikâyesi olarak görenlerin 1 Milyona yakın işsiz üniversite mezunumuzu da göz ardı ettiği ortadadır.

 

Rakamların ortaya koyduğu gerçek şudur. Artık ülkemizdeki işsizlik “sosyal barışı ve istikrarı tehdit eder” düzeylere varmıştır. Hatırlanacağı üzere kısa süre önce kamuoyu ile paylaştığımız “Ekonomide Gelecek Modeli” çalışmamızda istihdama ilişkin sorunları ve önerilerimizi sıraladık.  Tekrar altını çizerek yinelemek istiyorum. Çalışma hayatı ve istihdamın temel şartı kapsayıcı büyüme politikaları çerçevesinde sürdürülebilir yatırımların özel kesimin öncülüğünde gerçekleştirilmesidir.

 

Yeni istihdam alanları oluşturmak için, her sektördeki yerli ve yabancı sermayeli yatırımların artırılmasına yönelik olarak, yatırım ortamını iyileştirmeye ilişkin düzenlemeler acilen gerçekleştirilmelidir. Yine aynı çalışmaya ilişkin basın toplantısında da ifade ettiğimiz üzere Hükümet çok acil bir biçimde gençlerimizi sermayeye ve krediye ulaşma konusunda “pozitif ayrımcılık” uygulamak suretiyle “öncelikli grup” haline getirmek mecburiyetindedir. Hiçbir vatandaşımızın konut veya otomobil ihtiyacı gençlerimizin iş bulmasından, geçiminden ve umutlarından daha öncelikli olamaz.

 

Benzer biçimde Hükümet özgirişim (start-up) yatırımları için, işe başlama ve yönetim maliyetlerini radikal bir biçimde düşürmelidir. Bu şirketlerin uluslararası piyasalara ulaşabilmesi için gerekli tüm teşvikleri sağlamak zorundadır.

 

Artık iki üç haftada bir yeni gümrük tarifeleri yayımlamak ve % 30’lara ulaşan ilave vergi artışları yapmak bir alışkanlık oldu. Her defasında 400’ün üzerinde mal kalemine ek gümrük vergisi kararları yayımlanıyor, bu kararlardan bir tanesi de dün yayımlandı. Türkiye, sanayi üretiminin ihtiyaç duyduğu ara malı ve hammadde ile makine ve ekipman ithalatı yapıyor. Tüketim mallarının ithalatı görece daha düşük kalıyor. Böyle bir ortamda Türkiye niye korumacılıkta şampiyonluğa oynamaya karar verdi, niye yurt içinde üretimi daha pahalı hale getirecek adımlar atılıyor?

 

Uygulamalar, ilan edilmiş bir sanayi politikasının sonuçları olmadığına göre 1970’lere dönüş anlamına gelen bu politikalar neyin sonucu?

 

Acaba açık ekonominin temel gerekliliği olan şeffaflığı, denetimi ve hesap verebilirliği ülkeyi içe kapatarak aşmaya mı çalışıyorsunuz? İçe kapanan bir Türkiye’de hiç kimseye hesap vermeden gemiyi yüzdürebileceğinize mi inanıyorsunuz?

 

Bazı sektörler krizin ortaya çıkardığı durumu neden göstererek gümrük vergilerinin artmasını talep ediyorlar. Bu başka ülkelerin de karşı önlem almalarını doğuracak bir süreç olmasına rağmen bir yere kadar anlaşılabilir durum. Ama içeride üretimi olmayan ürünlere de ek gümrük vergileri getiriliyor. Buradaki amaç üretimi korumak veya yeni yatırımı teşvik etmek değil, tamamen ithalatı baskılamayı hedefliyor.

 

Sanayi politikası ile uyumlu olmayan, esas olarak ithalatı frenlemeyi hedefleyen, 27 üyesi kalan Avrupa Birliği ülkeleri ve Serbest Ticaret Antlaşması (STA) yapılmış 20 ülke olmak üzere toplam 47 ülkeye uygulanamayacak bu artışlar ekonomik faaliyete zarar veriyor, üretim maliyetlerini ve enflasyonu artırıyor. Türkiye uyguladığı yanlış politikaların sonucunda sermaye çekip katma değerli ihracatla büyüyemeyince artan oranda korumacı oldu ve yoksullaştı.

 

Koyduğunuz yanlış teşhisler nedeniyle ülke her geçen gün daha kapalı bir ekonomi haline dönüşüyor. Tekrar altını net bir biçimde çizmek istiyorum, bugün yatırımcılar nezdinde Türkiye “sermaye kontrolleri” uygulayan bir ülke haline geldi. Ekonomideki olumsuz gidişi sürekli "küresel piyasalardan gelen döviz ataklarına, sözde dış mihraklara" bağlamayı bırakıp bir iç muhasebe yapın. Ülkeyi adım adım dünyadan yalıtarak sorunların çözülebileceğini zanneden kadrolarınızın acizliğini, politikalarınızın yetersizliğini, akıl-dışı/tek merkezli yönetim tarzınızın yol açtığı sıkıntıları artık görün.

 

Son günlerde ülke gündeminin önemli maddelerinden biri de Kıdem Tazminatı üzerinden yapılan tartışmalar. Ortada henüz kamuoyu ile paylaşılmış bir kanun tasarısı veya ayrıntılı bir çalışma mevcut değil. Ancak basına yansıyan bilgilere bakılırsa iktidar Kıdem Tazminatını kullanarak yeni bir “fon” yaratma hevesine kapılmış.

 

Sormazlar mı? Siz işçi ve işverenin alın teri ile oluşturulan işsizlik fonunu kullanıp Kamu Bankalarına sermeye benzeri kredi sağlamış bir iktidar değil misiniz? Yine aynı fonu korona sürecinde işçiye işverene yardımcı olmak için kullanmak yerine kamu bankalarına mevduat sağlamak için kullanmış bir iktidar değil misiniz? Benzer biçimde Türkiye Varlık Fonu gibi “sözde bir varlık fonu” kurup yıllardır sorunsuz çalışan Kamu İktisadi Teşekküllerini tarihi zararlara uğratmış bir iktidar değil misiniz? Yine aynı fonu kullanıp daha geçtiğimiz hafta Ziraat Bankasındaki bir batık krediye kurtarma operasyonu yapmış bir iktidar değil misiniz?

 

Mevsimlik işçilerimizin durumu içler acısıdır ve bu soruna mutlaka çözüm bulunmalıdır

Hangi işçi hangi çalışan inanır sizin emekçinin menfaatine bir fon kurup sözüm ona tamamlayıcı emeklilik sistemi kurabileceğinize?  Ekonomi bahsini kapatmadan toplumumuzun kanayan bir yarasına vurguda bulunmakve çzöüm önerilerimiz paylaşmak istiyorum: Mevsimlik Gezici Tarım İşçileri!

 

Geçtiğimiz Cuma günü Şanlıurfa'nın Merkez Eyyübiye ilçesine bağlı Yukarı Yazıcı (Kırrık) kırsal mahallesinden Konya'nın Akşehir ilçesine giderek tarım işçiliği yapan ve Yunak ilçesine nohut hasadına gitmek üzere kendilerine ait minibüsle yola çıkan 18 kişilik akraba iki aile yolda kömür yüklü TIR ile çarpıştı. Aynı aileden 7 kişi hayatını kaybetti, 11 kişi de ağır yaralandı. Vefat eden kardeşlerimize rahmet diliyor, ailelerine taziyelerimi sunuyorum.

 

Mevsimlik işçilerimizin durumu içler acısıdır ve bu soruna mutlaka çözüm bulunmalıdır. Bazı iktidar temsilcilerinin iddia ettiği gibi mevsimlik işçi gönderiyor olması Şanlıurfa için bir gurur vesilesi değildir. Aksine, tarihi anlamda bereket hilalinin merkez şehirlerinden olan ve geniş tarım alanlarına sahip olan Şanlıurfamızın yiğit insanlarının dar imkanlar içinde başka illerde rızk aramak zorunda kalması hepimizi düşündürmesi gereken bir utanç vesilesi olmalıdır.

 

Mesele sadece Şanlıurfa ile de sınırlı değildir. Mevsimlik tarım işçilerinin sayısı yüzbinleri bulmaktadır. Türkiye’de kuzey, güney ve batı Anadolu’daki 48 ilde mevsimlik gezici tarım işçileri çalışmaktadır. Ortalama 6/7 ay çalışan mevsimlik gezici tarım işçileri ağırlıkla Karadeniz bölgesinde fındık, Ege’de yaş zeytin, Çukurova’da pamuk, Orta Anadolu’da soğan, şekerpancarı, kayısı gibi ürünlerin çapa, toplama, kurutma ve serme işlemlerinde çalışmaktadır.

 

Öncelikle hedefimiz neredeyse bir köle düzenine dönüşen mevsimlik işçi düzeninin son bulacak bir yapısal reformun gerçekleşmesidir. Ancak bu gerçekleşene kadar gereklilik arzeden yerlerde yaşam standartları insanileşmeli ve yasal bir güvenceye kavuşturulmalıdır.

 

Gelecek Partisi olarak ortaya koyduğumuz hiçbir sorunu bir çözüm çerçevesi oluşturmadan bırakmadık. Bu bağlamda gölge kabinemizin ilgili birimlerince hazırlanan çzöüm önerilerimiz sizlerle paylaşıyorum:

  • Kalıcı çözüm için Mevsimlik tarım işçileri kendi şehirlerinde istihdam edilmeli ve bunun  için gereken İş imkanları oluşturulmalıdır.

 

  • Bu süreç içinde Hijyenik içme, kullanma suyu ile tuvalet, banyo ve çamaşırlık sağlanmalıdır.
  • Mevsimlik tarım işçiliğinin söz konusu olduğu illerde her yıl il ve ilçe Milli Eğitim Müdürlükleri aracılığı ile mevsimlik tarım işçisi ailelerin ilköğretim çağındaki çocukları tespit edilmeli ve bu çocuklara yönelik kaybettikleri zaman için telafi edici eğitim ve rehabilitasyon merkezleri açılmalıdır. Çocukların bu merkezlere taşınması için ulaşım kolaylıklar sağlanmalıdır.
  • Çalışma saatleri, belirli saatlere sınırlandırılmalıdır.
  • Günde iki ya da üç kez dinlenme imkanı verilmelidir.
  • Güneşin etkisini azaltmak amacıyla şapka veya benzeri bir koruyucu kullanımı yaygınlaştırılmalıdır.
  • Mevsimlik tarım işçisi olan herkesin sosyal güvenlik kapsamına girmesi sağlanmalıdır.
  • Çalışılan ile ulaşım gibi tarlaya gidiş–gelişler de daha güvenli hale getirilmelidir.
  • Mevsimlik tarım işçileri ve ailelerinin, tarımda iş kazaları ve tarım ilaçlarından korunma eğitimlerini almaları sağlanmalıdır.
  • Elçi, çavuş vb. isimlerle anılan aracıların hepsinin kayıtlı ve deneyim altında olması sağlanmalıdır.

 

Hep belirttiğimiz üzere doğrunun yanında, yanlışın karşısında duracağız. Daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye’nin BM’nin tanıdığı meşru Libya Ulusal Mutabakat Hükümetini desteklemesi hem siyaseten hem de stratejik olarak doğru bir politikadır. Dedik ki, Türkiye'nin komşularıyla dostane ilişki geliştirme arzusu onun milli menfaatlerinden ve stratejik çıkarlarından vaz geçeceği manasına gelmez.  Aynı şekilde, Türkiye'nin Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsedilmeyi kabul etmesi mümkün değildir.

 

Bu minvalde, Doğu Akdeniz’de, Türkiye’yi dışlayan herhangi bir enerji ve güvenlik denkleminin kalıcı olması mümkün değildir. Böylesi bir politika hakkaniyetli olmadığı gibi stratejik olarak da uygulanabilir veya sürdürülebilir değildir. Bütün aktörlerin şunu anlaması gerekir: yaptırımlarla, oldubittilerle, tehditlerle veya tarafgir siyasetlerle Türkiye’yi doğu Akdeniz’deki milli çıkarlarından vaz geçirmeleri mümkün değildir.

 

Bu noktada, Darbeci Sisi yönetiminin Libya'yı askeri işgalle tehdit etmesiyle Macron'un Türkiye'ye karşı NATO ve AB'yi sahaya sürme tehditi sadece talihsiz açıklamalar olmakla kalmıyor aynı zamanda her iki aktörün yaşadığı stratejik körlüğü de net bir şekilde ortaya koyuyor.   BM, AB, ABD ve diğer bütün uluslararası aktörler Sisi rejiminin Libya'yı işgal ile tehdit etmesini sert bir şekilde kınamalı ve buna karşı net bir pozisyon takınmalılar.

 

Benzer şekilde, Macron'un şunu aklından çıkarmaması lazım. Türkiye, NATO'nun en önemli üyelerinden biridir.  Yani NATO, Fransa'nın Türkiye'ye karşı sahaya sürebileceği bir güvenlik firması değildir.

 

Türkiye, NATO ve AB'yle terbiye edilecek bir ülke değildir.  Türkiye'nin tehditlerle ne Doğu Akdeniz'deki ne Libya'daki ne Kuzey Afrika'daki ne de başka herhangi bir yerdeki siyaset ve stratejisinden vazgeçmesi mümkün değildir.  Eğer Fransa ve AB dış politikada daha etkin olmak istiyorlarsa bunun yolu Türkiye'yi tehdit etmekten değil Türkiye ile işbirliğinden geçiyor.

 

Bunun için Fransa, öncelikli olarak Libya'da darbeci Hafter'e sunduğu desteği sonlandırmalı. Fransa ve AB şu basit soruya cevap vermeli: Libya'da NATO üyesi Türkiye'nin varlığı mı NATO ve AB'nin güvenliği için tehdit oluşturuyor yoksa Rusya veya Birleşik Arap Emirliklerinin mi?

 

Bu noktada, 1 Temmuz'da AB dönem başkanı olacak olan Almanya'nın daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerekir.  Birincisi, Libya'da BM'nin tanıdığı Trablus merkezli meşru hükümetin desteklenmesi konusunda AB ölçeğinde bir konsensüse öncülük etmelidir. İkincisi, Doğu Akdeniz'de Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin milli menfaatlerini tanıyan ve ona saygı duyan bir çerçevede Türkiye ile AB arasındaki ortaklık ve diyalog zeminini güçlendirmesi gerekir. Burada Türkiye'ye dönecek olursak, geçen hafta da söylediğimiz gibi Libya'da erken bir zafer sarhoşluğuna girilmemesi gerekir.

 

Türkiye Libya’da elde ettiği askeri kazanımları konsolide edip siyasal kazanımlara dönüştürmelidir.  Bu doğrultuda, Türkiye'nin, Libya’yla askeri alandan enerjiye, altyapı hizmetlerinden güvenlik reformuna kadar birçok alanda antlaşmaların imzalanması yönündeki yaklaşımı doğrudur.  Türkiye bir an evvel Ulusal Mutabakat Hükümetinin Libyalılar nezdindeki meşruiyetini güçlendiren adımlar atmalıdır. Bu konuda, altyapı ve güvenlik sektörü reformu hayati bir öneme sahiptir.

 

Diplomatik alanda ise Türkiye çoklu bir diplomatik atak başlatmalıdır. Öncelikle Libya’nın komşuları olan Cezayir ve Tunus’u sürece dahil etmek için daha fazla çaba sarf etmelidir. Benzeri şekilde, meşru hükümetin uluslararası kabulünün daha fazla artırılması için güçlü bir diplomasi yürütülmelidir.  Bu çerçevede, hem Amerika hem İtalya hem de Almanya ile yoğun bir diplomatik trafik yürütülmelidir.  Bu noktada, Türkiye'nin Moskova'yla diyalog ve işbirliği alanlarını geliştirmesi doğru olmakla birlikte burada kantarın topuzunun da kaçmaması gerekir.

 

Rusya'nın Türkiye'nin hem Kuzey hem Doğu hem de bu ölçekte Güney komşusu olması uzun vadede Türkiye'nin stratejik seçeneklerini kısıtlayan, hareket kabiliyetini daraltan bir işlevi olacaktır. Türkiye'nin burada Rusya'yla bir bağımlılık ilişkisine girmemesi gerekir. Ne yazık ki bu yönde kaygı verici bir gidişat söz konusu.

 

İktidarı bir kez daha Rusya ile ilişkilerde Türkiye’yi stratejik olarak daha kırılgan kılacak uzun vadeli pozisyonunu zayıflatacak bir şekilde sürdürmemesi konusunda uyarıyorum. Bu durum, Türkiye’ye ilerde devasa bir stratejik ve jeopolitik malitet olarak geri dönebilir. Bunu kimse aklından çıkarmasın.

 

Her hafta olduğu gibi bugün de haftalık sohbetimizi partimiz ile ilgili müjdelerle bağlamak istiyorum. Geçen hafta üç il başkanımızı ve çok sayıda ilçe başkanımızı daha atadık. Böylece atanan il başkanı sayımız 59’a, ilçe başkanı sayımız 237’ye yükseldi.

 

Geçen hafta “ışık doğudan yükselir” diyerek Ardahan’da ilçe kongrelerimizi başlattığımı müjdesini vermiştim. Bu hafta Batman ve Konya’da yapılan kongrelerle kongrelerini yapan ilçe sayımız 11’e ulaştı. Batman ilimiz ise il kongresi yapabilecek yasal zemine kavuştu.  Önümüzdeki hafta başta İstanbul, Bartın ve Şanlıurfa olmak üzere ilçe kongrelerimize devam edeceğiz. Her gün yoğun bir tempo ile çalışan ve bize müjdeler ileten teşkilatlarımıza teşekkür ediyor, bütün korku ve baskı iklimine rağmen partimize büyük teveccüh gösteren aziz milletimize şükranlarımı sunuyorum.

 

Öte yandan, Gelecek Modeli bağlamındaki çalışmalarımıza önümüzdeki haftalarda devam edeceğiz. Bu bağlamda gölge kabine üyelerimizden oluşan karma bir heyetle yolsuzluklarla mücadele bağlamında “Temiz Siyasette Gelecek Modeli” çalışmamızı başlattık. Önümüzdeki ay içinde bu konuda da kapsamlı bir modeli kamuoyumuz ile paylaşacağız.

 

Her biri onurlu bir gelecek kurmak isteyen aziz vatandaşlarım, değerli kardeşlerim, sevgili gençler! Bütün yaşanan olumsuzluklara, uygulanan baskılara rağmen hiç ümitsizliğe kapılmayınız. Her zaman söylediğimiz gibi her şeyin telafisi mümkündür, ümitsizlik dışında.

 

Gelecek Partisi gelecek ile ilgili umutlarınızın adresidir. Gelecek Partisi ümidin, insan onurunun ve temel hak ve özgürlüklerin sözcüdür. Gelecek Partisi millet iradesinin sözcüsü ve geleceğe taşıyıcısı olacaktır. Gelecek Partisi geçmiş hesaplaşmaların değil, gelecek inşasının  partisidir.  Tepkici değil vizyonerdir.  Taklitçi değil özgündür.  Kompleksli değil özgüvenlidir.  Fırsatçı değil, ilkeseldir.  Bu topraklara ait olmak bakımından milli, dünyaya açık olma perspektifinden evrenseldir. Emin olunuz! Gelecek Partisi ile;

Temiz siyaset

Bilge siyaset

Adil siyaset

Şeffaf siyaset

GE-LE-CEK!

İŞTE DAVUTOĞLU'NUN O KONUŞMASI...

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve ipekyoluhaber.net sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
( (